Connect with us

Faruk Bangir

YEŞİLÇAM’IN EN ÖZEL JÖNLERİNDEN BİRİYDİ: CÜNEYT ARKIN…

Cüneyt Arkın, kuşkusuz Yeşilçam’ın en özel jönlerinden biriydi. Romantik jön filmleriyle başladığı sinema kariyerini hareketli filmlerle sürdüren Arkın, hemen her karaktere can verdi. O, her filmde aranan kan gibiydi. 70’ler, Arkın’ın şöhretinde zirveye ulaştığı zamanlardı. Birçok sosyal içerikli filmde de rol almıştı aslında; ama ünü Malkoçoğlu ile yayıldı. Artık sadece ülkesinde değil, yurt dışına da taşmaya başlamıştı. Özellikle İtalya’da büyük ilgi görmüştü; orada “John Arkin” adıyla tanınıyordu. Ancak dil problemi sebebiyle yurt dışı ünü kısa sürecekti. Oysa Yönetmen Halit Refiğ’e göre, şu dil problemi olmasa dünyaca tanınacak bir oyuncu olabilirdi.

 

Yıllar sonra ünü ülkesini aştığında Cüneyt Arkın, anası ile babasını sevgiyle ve sabırlarına duyduğu hayranlıkla anlatacaktı. Yoksulluğun onların hayatına getirdiği acı, insanı taş ederdi. Onlar ise, kalbinin kuzeyini sevgiden şaşırmayan o güzel insanlar oldular.

İzlemeye doyamadığımız filmleriyle kalbimizde taht kuran, kimi zaman yakışıklı jönümüz, kimi zaman Kara Murat’ımız, kimi zaman da Malkoçoğlu’muz olan bir Cüneyt Arkın geçti bu dünyadan….

Cüneyt Arkın, 8 Eylül 1937’de, Eskişehir’in merkez köylerinden Karaçay’da Halise Hanım ve Hacı Yakup Bey’in on üç çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Cüreklibatır Ailesi ona “Fahrettin” adını verdi. Babası Hacı Yakup Bey, Kurtuluş Savaşı’na katılmıştı ve aslen Nogay’dı. Nogaylar, Astrahan yöresinde Nogayca konuşan Türk boylarıydı.

Yakup Bey, ince uzun bir adamdı. Okumamıştı. Ama içine doğup büyüdüğü doğa, onu öylesine sabırlı ve bilgili yapmıştı ki… Kocaman elleriyle toprak kadar sabırlı bu adam, koyundan kuşa her hayvanı, ekinleri, yıldızları ve yağmuru çok iyi tanırdı. Bereketli elleriyle otlardan ilaçlar yapıyor; doğanın ona öğrettiği ne varsa çocuklarına aktarmaya çalışıyordu.

İzlemeye doyamadığımız filmleriyle kalbimizde taht kuran, kimi zaman yakışıklı jönümüz, kimi zaman Kara Murat’ımız, kimi zaman da Malkoçoğlu’muz olan bir Cüneyt Arkın geçti bu dünyadan….

Yıllar sonra ünü ülkesini aştığında Cüneyt Arkın, anası ile babasını sevgiyle ve sabırlarına duyduğu hayranlıkla anlatacaktı. Yoksulluğun onların hayatına getirdiği acı, insanı taş ederdi. Onlar ise, kalbinin kuzeyini sevgiden şaşırmayan o güzel insanlar oldular.

“Bak ekinler büyüyor oğlum, seslerini duyuyor musun?” diyordu babası oğluna. Yakup Bey, ekinlerin büyüme seslerini duyuyor, oğluna da dinletiyordu. Anadolu insanının emek kokan hayatı vardı onda. Sürekli bozkır güneşine bakmaktan gözleri hep kısıktı ve yüzü kırışıklıklarla doluydu.

Anacığı Halise Hanım, 13 çocuk doğurmuş; ancak yoksulluktan, bakımsızlıktan, biraz da cahillikten 10’unu toprağa vermişti. Onun da elleri hep çalışmaktan kocaman kocaman nasırlar tutmuştu. Öylesine sessizdi ki… Arkın, yıllar sonra anacığından “Asla şikâyet etmez; varla yok arasında yaşardı.” diye bahsedecekti. Kına ile kapatmaya çalıştığı o nasırlı elleri, kurban olunası, öpülesi ve sevilesiydi…

GÜN BOYU KOYUNLARIN PEŞİNDE KOŞTURUYORDU…
3 koyunları vardı, geçim kaynakları sayılabilecek. Arkın, sıfır numara saçları ve güneşten yanmış kapkara yüzüyle bütün gün o koyunların peşinde koşturuyordu. Yokluk ve acının gerçek tanımını öğrenerek yaşadığı çocukluk, neyse ki sevgi doluydu.

Yine de belki nefes aldığı ve yeni bir güne uyandığı için şanslıydı. Çünkü küçük ablası bir gün hiç uyanmamak üzere trajik bir sonla sonsuz bir uykuya dalacaktı. Yıllar sonra ailesini kendi kaleminden anlatırken küçük ablasını, “Bozkır Ağustosu’nun zerdalisi gibi tatlı çilliydi.” diye anıyordu. Üçüncü çocuğuna hamile kalasıya kadar o da bu hayatta bir nefese sahipti. Her şey kocasının bu çocuğu doğurmasını istemediğinde başladı. Bugünkü sağlık koşulları ve teknolojinin tek karşılığı o vakitler kocakarı ilaçlarıydı. Ve maalesef, bu tatlı çilli kadın, kocakarıların ellerinde öldü.

ABLASINI KAYBETMEK ONU ÇOK SARSTI…
Onu kaybetmek Arkın’ı çok sarsmıştı. Eskişehir’in dışında, ablasının duvarlarını çamurlu elleriyle sıvadığı bir gecekondu vardı. Genç ellerinin ve emeğin izleri vardı bu duvarlarda. Cüneyt Arkın yazısında, “Yıllarca o izleri, ablamın ellerini hasretle öptüm.” diyordu.
Bazen eski zamanlarda, ölüm bu kadar kolay ve bu kadar acımasız olabiliyordu; çaresiz bırakıyordu insanı.

BATTALGAZİ, KÖROĞLU HİKÂYELERİYLE BÜYÜDÜ…
Cüneyt Arkın, tüm bu yoksulluğun ve yokluğun içinde doktor çıkacaktı. Annesinin ısrarıyla başladı okul hayatı. Eskişehir Necatibey İlkokulu’na gitti. Çocukluğu boyunca en sevdiği hikâyeler, menkıbeler oldu. Bir gün kamera karşısında bu kahramanlara can vereceğinden habersiz, Battal Gazi, Köroğlu hikâyelerini okuyarak büyüdü.

SANATA MERAKI LİSE YILLARINDAN…
Daha sonra Eskişehir Atatürk Lisesi’nde eğitim gördü. Sanata merakı da işte bu lise sıralarında çıktı ortaya. Sevdiği hikâyeleri sadece okumakla yetinmemişti. Artık onlardan yazmak istiyordu. Bu dönemde hikâyeler yazdı ve onları dergilere göndermeye başladı. Ancak bir yandan da babasına yardım etmek için koyunlara bakmaya devam ediyordu. Koyun kokusu, onun teniyle özdeşleşmişti artık; emeğini hep üzerinde taşıyordu. Tabii bu koku, bir başkası için emeğin karşılığı olmayabiliyordu. Kolay kolay kimse yaklaşmazdı yanına; haliyle arkadaşı da yoktu.

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ’Nİ BİTİRDİ…
İşte bu sıralardaydı büyük ablasının ölümü. Bir yandan yoksulluk, bir yandan doktor yokluğu, ablasının neden öldüğünü bile bilmeyişi… Sonunda sıra üniversiteye geldiğinde, hayatında en çok yokluğunu çektiği şeyin peşine düşmeye karar verdi. 1961’de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldu.

“İSTANBUL’DA EN UCUZA NEREDE YATILIR?”
Üniversite zamanları da hiç kolay değildi. Para diye bir gerçek vardı ve maalesef o da onlarda yoktu. İstanbul’da tren garında indiğinde ilk önce sorduğu soru, “İstanbul’da en ucuza nerede yatılır?” olmuştu. Sirkeci cevabını aldıktan sonra, burada bir otel odası buldu ve iki yılını bu odayı inşaat işçileriyle paylaşarak geçirdi. Ders zamanlarında okulda ders dinliyor, geri kalan zamanlarda da inşaatlarda çalışıyordu.

Hikâye yazmaya üniversite de devam etti. Hatta eğitimi sırasında arkadaşlarıyla şiirlerin ve hikâyelerin yer aldığı, “Erek” adını verdikleri bir dergi bile çıkardılar. 1957’de, Cemal Süreya ile tanıştı ve öykülerini değerlendirerek Pazar Postası’na gönderdi. Tabii ilerleyişi yazarlık üzerinden olmayacaktı…

“10 LİRALIK EKMEK ALIP KUSACAK KADAR YEDİM!”
Açlığını aslında en güzel ve en kolay balık tutup kendine verdiği ziyafetlerle gideriyordu. Eğitiminde ilerledikçe evlerde hasta bakıcılığı yapmaya başladı. Acı tatlı anılarıyla tamamladığı üniversite hayatı içinde bu günleri şöyle anlatacaktı yıllar sonra: “Evlerde 24 saat ağır hasta bekliyordum. Altlarını temizliyor, kriz anlarında doktorun talimat yazısına göre hemen müdahale ediyordum. İlk gün on lira aldım. Hemen fırına koştum. On liralık ekmek aldım. Oburca, kusacak kadar yedim. Adeta çiğnemeden yutuyordum. Sonunda kustum. Ama yine yedim. Kalanları yatağımın başucuna koydum. Oda arkadaşlarım dalga geçiyorlardı. Umurumda değildi. Ekmekleri orada görmekle açlık korkumu yeniyor, huzur buluyordum.”

Cüneyt Arkın’ın asıl adı Fahrettin Cüreklibatır idi.

ARTİST MECMUASININ YARIŞMASINDA BİRİNCİ OLDU…
Askerlik yaşı gelip çatmıştı. Üniversiteden sonra memleketi Eskişehir’e döndü; askerlik vazifesini yedek subay olarak yerine getirdi. Bu sıralar Halit Refiğ, “Şafak Bekçileri” filmi için yönetmen koltuğundaydı ve bu filmi Arkın’ın askerlik yaptığı yerde çekiyordu. Başrolünde Göksel Arsoy’un oynadığı filmde gerçek subaylar kullanmak istedi ve bu sırada gözüne yakışıklığıyla Arkın takıldı. Arkın o filmde oynamadı ama tanışmış oldular. Askerlik sonrası Arkın bir süre Adana ve civarında doktorluk yaparak kazandı hayatını. Şöhret pek aklında yoktu belki ama çok hayali vardı. 1963’te Artist mecmuasının düzenlediği yarışmaya katıldı ve birinci oldu.

Kader ağlarını özenle örüyordu. Yağmurlu bir gündü. Arkın, Beyoğlu’nda yürürken Halit Refiğ’le karşılaştı. Ayaküstü sohbette Refiğ, “Gurbet Kuşları” filmini çektiğini söyledi ve bir rol teklif etti. Arkın da iş arıyordu aslında. Teklifi kabul etti ve başladı çalışmaya.

ONA CÜNEYT ARKIN ADINI GAZETECİ VECDİ BENDERLİ VERDİ…
Hala “Fahrettin Cüreklibatır” adıyla yaşıyordu. Sinemaya geçişte hayatında değişen ilk şey adı oldu. Ona bir sahne adı gerekiyordu. Hepimizin onu tanıyıp seveceği Cüneyt Arkın adını ona gazeteci Vecdi Benderli verdi. Cüneyt Gökçer’den adını, Ramazan Arkın’dan da soyadını almıştı.

GÜRBET KUŞLARI’NDAKİ DÖVÜŞ SAHNESİ SİNEMA KARİYERİNE YÖN VERDİ…
Böylece Cüneyt Arkın sinemaya girişini yaptı. “Gurbet Kuşları” filminin sonundaki dövüş sahnesini çekerken kader hala devam ediyordu işleyişine. Çünkü bu sahneden sonra Halit Refiğ, aksiyon filmlerinde yer almasını önerdi. Malkoçoğlular, Battal Gaziler, Kara Muratlar işte bu günün ürünleri olacaktı.

Arkın, filmlerindeki  zor sahnelerin hepsinde bizzat oynadı.

AKROBASİ MEZİYETLERİNİ GELİŞTİRMEK İÇİN BİR YIL SİRKTE ÇALIŞTI…
Romantik birkaç filmde de rol almıştı aslında; ama bir yandan da bu fikir aklına yatmıştı Arkın’ın. İstanbul’a gelen Medrano sirkini duyduğunda bir şeyler öğrenebilirim düşüncesiyle orada bir iş bulmak için nerdeyse kapılarında yattı. Akrobasi eğitimleri karşılığında bir sene boyunca geceleri çalıştı bu sirkte. Ahır temizledi, en ağır işleri yaptı; ama hiç gocunmadı. Meziyetlerini geliştirdi burada.

KAZAK SİRKİNDE AT BİNME TEKNİKLERİNİ ÖĞRENDİ…
Ardından Kazak sirki geldi. Burada bulduğu işte de, at binme tekniklerini öğrendi. Ayrıca siyah kuşağa ulaştığı 6 sene süren bir karate eğitimi aldı. Malkoçoğlu ve Battalgazi filmleri böylesine hummalı bir çalışmaların üzerine doğdu. Türk Sineması’nda türlerinin ilk örnekleriydi onlar. Büyük bir hayran kitlesi bulmuştu kendine. Anadolu’nun esintisi buram buram sardığından sebep, takım elbiseli adamların romantizmlerinden sonraki bu keskin geçişi sevmişti halk. İyi ve kötünün en şiddetli ortamlarda karşı karşıya gelişi, kılıç savaşları ziyadesiyle dikkat çekiciydi. Anadolu’nun değerleri, kahramanın kendini feda eden sonsuz cesareti, bükülmeyen bileği ilk kez sinemadaydı.

Cüneyt Arkın’ın hayatından ve bu filmlerden yola çıkarak verilen mesaj şuydu aslında: İyiler çok çalışırlar ve vazgeçmezlerse, kötülerin kazanma şansı yoktu. İşte bir sahnede böyle hayatı değişti Cüneyt’in ve Anadolu’da bir Cüneyt Arkın efsanesi yayılmaya başladı.

ZOR VE TEHLİKELİ SAHNELERİN HEPSİNDE BİZZAT OYNADI…
Dönemin filmlerini çekmek için şimdiki gibi geniş çaplı bir prodüksiyon büyük bir lükstü. Özel efektlere ayrılacak bir bütçe pek mümkün değildi. Bunun yanında Arkın da filmlerinde o zor sahnelerin hepsinde kendisi yer almak istemişti. Bu her seferinde kendini büyük tehlikeye atmak demekti. Kolu, bacağı ve beli derken ne çok sakatlık yaşayacaktı… “Sakatlıklar serisine bir yenisi daha eklendi” diye atılıyordu manşetler gazetelere. Malkoçoğlu, Kara Murat, Battal Gazi… Hepsi ayrı birer emekti.

İLK EVLİLİĞİNİ MESLEKTAŞI GÜLER HANIM’LA YAPTI…
Sanat hayatı onun için henüz başlamıştı ki, 1964’te, kendisi gibi doktor olan Güler Mocan’la evlendi. 1966’da, Filiz adını verdikleri kızları geldi dünyaya. Ancak bu evlilik pek uzun sürmedi. 1968’de boşandılar.

Arkın, iyiden iyiye şöhret olduğunun farkındaydı. Kendi deyimiyle, bunu “hayatının alt üst oluşundan” anlamıştı. Öylesine yok olmak üzere olduğunun farkındaydı ki, neredeyse karşısına çıkan birine “Benimle evlen!” diye yalvaracaktı.

“ARTIK KENDİMİ YAŞAYAMIYORDUM”
Şöyle anlatacaktı daha sonra bu zamana ait duygularını: “Artık kendimi yaşamıyordum. Sinemada var olma kavgası, gereğinden fazla tanınmak, önemsenmek; bütün gençlik hayallerimi, kendim olarak yaşanma isteğimi yok etmişti. Gene de direniyordum. Çoğu kez öylesine bunalıyordum ki, hasretle, yoldan geçen bana sırtı dönük giden bir kadının arkasından koşup, ona usulca dokunayım ve ‘Ne olur benimle evlen!’ diye yalvarayım hayalleri kuruyordum”.

Cüneyt Arkın ve eşi Betül Hanım

“BETÜL, CENNETİM OLDU”
Yok olduğunu ve yavaş yavaş eridiğini hissettiği bu süreçte bir partide onu gördü. Usulca yanına yaklaştı. Belki de kafasında hala hayal kurmaya devam ediyordu. Neden sonra karşısındaki bu güzel kadının garip bakışlarını fark ettiğinde sıyrılabildi düşüncelerinden. Yine de derin bir hülyadaydı aslında. Kendini bir çocuk gibi özgür hissediyordu şimdi.
Sadece “Ben Dr. Fahrettin” diyebildi. Karşısındaki kocaman gözlerinden hüzünlü bir mavilik akıtan bu güzel kadın ise “Betül” dedi ve sonra sustular. Bu ilk görüşte yaşanan şu film aşklarından gibi bir şeydi sanki. Kısa bir süre sonra evlendiler. Artık yalnız olmayacaktı. Onu saran düşüncelerinin ortasında bir ortağı vardı ve “Betül, cennetim oldu.” diyecek kadar çok seviyordu.

MURAT BİR GÖZÜ, KAAN İSE DİĞER GÖZÜ OLMUŞTU…
1975’te dünyaya gelen ve masmavi gülümseyen ilk çocukları aşklarını taçlandırmıştı. O sırada Kara Murat’ı çekiyorlardı. Yapımcı Türker İnanoğlu, “Hayırlı olsun! Oğlunun adı Kara Murat olsun” dedi. Murat koydu oğlunun adını. Aradan bir yıl geçmişti ki, Kaan Polat adını verdikleri oğullarını aldılar kucaklarına. Cüneyt Arkın’ın deyimiyle, Murat, bir gözü, Kaan Polat, diğer gözü olmuştu…

YILMAZ GÜNEY, KEMAL SUNAL VE TARIK AKAN EN YAKIN DOSTLARIYDI…
En yakın dostları Yılmaz Güney, Kemal Sunal ve Tarık Akan’dı. Cüneyt Arkın için kurduğu dostluk, her şeyden önde geliyordu. Çünkü emeğin değerini en iyi anlayan insanlardandı ve büyüdüğü koşulları hiç unutmadı.

12 Mart (1971) dönemi yaşanıyordu. 1972’de düzenlenen 4. Altın Koza Film Festivali’nde jüri, Yılmaz Güney’i “Baba” filmindeki rolüyle “En İyi Erkek Oyuncu” seçti. Ancak dönemin siyasi baskıları, bu ödülü iptal etti. Ödülün ilk oylamada “Yaralı Kurt” filmindeki performansıyla ikinci seçilen Cüneyt Arkın’a verilmesi kararlaştırıldı. Ancak Arkın, ödülü reddetti. Gerçekten de bir zamanlar manşet oldukları gibi “Kralın halinden kral anlar” idi. Tarık Akan ile de böyle bir anısı olacaktı. Akan, “Maden” filmini çekmek istiyor, ancak maddi durum sorun oluyordu. Arkın yetişti imdadına. Omuz omuza çektiler filmlerini. Maden, işte böyle doğdu. 1978’de çektikleri bu film, dostu Akan’a, Altın Portakal’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü getirdi. Aslında işte Yeşilçam’ı yaşatan, büyüten, bugünlere getiren bu birbirine kenetlenen güzel insanların varlığıydı.

Cüneyt Arkın ile oğulları Kaan ve Murat

Bir yanda ünü, bir yanda ailesi; Arkın iki tarafta da dengeyi kurmuştu. Yeryüzünün tüm güzelliklerini yüzünde taşıdığına inandığı karısı, hayatına tarifsiz bir mutluluk getirmişti. O gülümsediğinde, tüm dünyası gülümsüyordu. Hele çocukları da olduktan sonra, tüm sevgisini onlara vermekle yetinmedi. Her bildiğini de yavaş yavaş aktarmaya başladı. Şu günlerde babasının mesleğinin izinden giden oğlu Murat, ilk kez kamera karşısına geçtiğinde 4 yaşındaydı.

“BENİ BABAMDAN KİMSE AYIRAMAZ!”
“Vatandaş Rıza” filmi çekilecekti ve bir ana-oğul arayışı başlamıştı. İkisi de ayrı ayrı bulunup getiriliyor; ama bir araya gelince aranan uyum bulunamıyordu. Bir gün Arkın eve geldiğinde, karısı da o anda Murat’ı kucağında uyutuyordu. Gözünün önündeki tablo, gözüne cennetten bir resim gibi göründü. Böylece karısı ve oğlu ile Vatandaş Rıza çekimleri başladı. Bir sahne vardı ki sonrasında onlar için ölümsüz bir anı olacaktı: Aylardan Kasım. Öldüresiye soğuğun içinde yağmurlu bir gecede, itfaiye arabası su sıkıyor. Açlık grevinde Murat, açlık grevine katılan ilk yakını olacak babasının. Tazyikli su ve yağmurun içinden geçip “Beni babamdan kimse ayıramaz” deyip, babasının yanına oturacak.

Murat, gerçekten de küçücük bedeniyle dişleri takırdaya takırdaya, titreyerek “Beni babamdan kimse ayıramaz” dedi ve geldi yanına oturdu. Bu sanki bir filmin sahnesi değildi. Öylesine duygu yüklü, öylesine gerçekti ki, Cüneyt’in gözyaşları yağmura karıştığından pek anlaşılmamıştı. İşte o andan sonra, hep “Bizi, birbirimizden kimse ayıramaz” demek düştü onlara. Belki de hayatlarının en muhteşem anlarından birisiydi…

“HALA ÖYLESİNE İÇTEN VE GÜZEL BABA DERLER Kİ!”
Kaan da bir filmde oynadı: Kaçış. Hapisten kaçıp oğluna kavuşmak için her türlü zorluğa karşı koyan bir babanın hikâyesini anlatıyordu film. Filmin can alıcı sahnesinde Kaan, uzun sarı saçları, masmavi gözleri ve çilli yüzüyle babasına kavuştuğunda yaşanıyordu. Kaan, küçük, sıcacık elleri ile babasının yüzünü hasretle okşuyor ve “Babam” diyordu.
Arkın, ailesinden bahsettiği yazısında, “Şimdi kocaman birer herif oldular. Hala öylesine içten ve güzel baba derler ki…” diye veriyordu bu sahnenin hakkını…

70’LER ŞÖHRETİNDE ZİRVEYE ULAŞTIĞI YILLARDI…
Romantik jön filmleriyle başladığı sinema kariyerini hareketli filmlerle sürdüren Arkın, hemen her karaktere can verdi. O, her filmde aranan kan gibiydi. 70’ler, Arkın’ın şöhretinde zirveye ulaştığı zamanlardı. Birçok sosyal içerikli filmde de rol almıştı aslında; ama ünü Malkoçoğlu ile yayıldı. Artık sadece ülkesinde değil, yurt dışına da taşmaya başlamıştı. Özellikle İtalya’da büyük ilgi görmüştü; orada “John Arkin” adıyla tanınıyordu. Ancak dil problemi sebebiyle yurt dışı ünü kısa sürecekti. Oysa Halit Refiğ’e göre, şu dil problemi olmasa dünyaca tanınacak bir oyuncu olabilirdi.

DÜNYAYI KURTARAN ADAM…
80’ler Ölüm Savaşçısı, Sürgündeki Adam, Kavga ve İki Başlı Dev gibi aksiyon filmleriyle geçti. Ancak bir tanesi vardı ki, yeri ayrı olacaktı. 80’lerin başıydı; 1982’de, yönetmen koltuğunda Çetin İnanç’ın oturduğu, Türk sineması için ayrı bir renk, Dünyayı Kurtaran Adam filmiyle sevenlerinin karşısındaydı Arkın. Bu film, dünya sinema tarihinde en kötü 100 film arasına girdi. Zamanla bir kült film olacaktı. Ve yıllar sonra, eğlenceli bir proje ile bu filme bir selam gönderildi. 2006’da, “Dünyayı Kurtaran Adam” filminin devamı niteliğinde “Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu” çekildi. Bu kez Arkın, oğlu Murat ile kamera karşısına geçmişti.
Cüneyt Arkın, kuşkusuz Yeşilçam’ın en özel jönlerinden biriydi. Haliyle buralara gelirken geçtiği yollarda ödüllere layık görüldü. 1969’da “İnsanlar Yaşadıkça”, 1976’da da “Mağlup Edilemeyenler” filmiyle, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde; 1972’de ise, “Yaralı Kurt” filmiyle Adana Altın Koza Film Festivali’nde “En iyi Erkek Oyuncu” ödülünü aldı. 1999’da 36. Antalya Film Şenliği’nde “Yaşam Boyu Onur Ödülü”ne layık görüldü. Bu ödülü 2013’te aldığı 3 ödül izledi: Engelsiz Yaşam Vakfı tarafından “Yaşam Boyu Meslek ve Onur Ödülü”, 18. Sadri Alışık Tiyatro ve Sinema Oyuncu Ödülleri’nde “Yaşam Boyu Onur Ödülü” ve “2013 Yılı Kültür ve Sanat Ödülü”.

Cüneyt Arkın, film çekimlerinde geçirdiği kazada eli uzun süre alçıda kalınca resim çalışmalarını bırakmak zorunda kalıyor.

Cüneyt Arkın lise yıllarından itibaren resim de yaptı. Resimlerini birçok sergide sanatseverlerle buluşturdu. Verdiği bir röportajında şöyle demişti: “Resim yapmaya lisede başladım. Bu konuda çok da iyiydim. Sonra Tıp Fakültesi’ne girdim. Ardından sinema uğraşı içinde buldum kendimi. Günde 18 saat setlerdeydim, kaza geçirip elim uzun süre alçıda kalınca da resmi tamamen bıraktım. Şimdi, acaba bu kadar çok film çekmesem, daha çok kendimi resim ve diğer sosyal faaliyetlere verse miydim, diye düşünüyorum.”

Bizi Paylaşın
Continue Reading
Yorum yapmak için tıklayın

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir