Connect with us

Politik - Analiz

DOĞU AKDENİZ VE AFRİKA’DAKİ BÜYÜK RESİM…

Prof. Dr. Ahmet Sedat Aybar’a göre “hem Afrika hem de Doğu Akdeniz politikalarda” en fazla yumuşak güç konusu” üzerinde durulmalı: “-İnsan malzememiz ne kadar bu sorunlarla baş edebilecek düzeyde; eğitimli, meraklı, maceracı, girişimci ve yaratıcı-, buna bakmak; daha yaratıcı insan gücünü ortaya çıkaracak eğitim sistemlerinin geliştirilmesi; özellikle Afrika bölgesine yönelik bilginin ve araştırmaların derinleştirilip medya-filmler aracılığıyla bunlara yönelik merakın uyandırılması gerekiyor.”

 

RÖPORTAJ: ŞEFİK SÖYLEMEZOĞLU

Türkiye’ye yakın coğrafyalarda son yıllarda çok önemli olaylar, gelişmeler, çatışmalar ve savaşlar meydana geliyor. Güney komşularımız Irak ve Suriye’de akan kanların haddi hesabı yok. Her iki ülkede de demografik açıdan ayrıştırma operasyonları gerçekleştirildi. Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) senaryosuyla çekilen filmler, Kuzey Afrika ülkelerinde de halkların canını yaktı.

Arap Baharı denen rüzgar Mısır’da darbe, Libya’da iç savaşla sonuçlandı. Türkiye’nin kuzeyindeki eski Sovyet ülkelerinden Ukran Ukrayna’da ‘turuncu devrim’ filmi vizyona sokuldu. Burada körüklenen iç savaş ateşi hala kor. Gürcistan’daki hareketliliğe (gül devrimi) en sonunda Rusya el koydu. Kısa bir süre önce de Azerbaycan ile Ermenistan çatıştı. Son sözü yine Rusya söyledi. Doğu Akdeniz 2019’da birden ısındı. Doğal gaz rezervlerinin kamuoyuna ifşa olmasıyla çıkar çarkları yüksek sesle gıcırdamaya başladı.

BÜYÜK RESİMDE NELER VAR?
Peki, bütün bunlara hangi pencereden bakılmalı? Türkiye nasıl bir dış politika yürütmeli? ‘Büyük resimde’ neler görülüyor? “Türkiye’nin Libya’da ne işi var?” diye soranlar bu resmin ne derece farkında? Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki icraatları niçin Fransa’yı bu denli ilgilendiriyor? ABD ve İngiltere bu olayın neresinde?

Prof. Dr. Ahmet Sedat Aybar-İstanbul Aydın Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Ekonomi ve Finans Bölüm Başkanı 

FIRSAT VE TEHDİT UNSURLARI İÇ İÇE…
Bir yandan nice fırsatlar gelişirken, diğer yandın onlarca tehdit unsuruyla yüz yüze kalıyoruz. Jeopolitik ve ekopolitik argümanlar iç içe geçmiş durumda. Bunların tam manasıyla farkında mıyız? Türkiye’nin Akdeniz ve Afrika’ya yönelik ekopolitik stratejilerini konunun en yetkin isimlerinden İstanbul Aydın Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Ekonomi ve Finans Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ahmet Sedat Aybar’la konuştuk. Aybar, aynı üniversite bünyesindeki Çin Araştırmaları Merkezi’nin de yöneticisi. Röportajda; ‘hiç böyle düşünmemiştim’ ve ‘bunu kesinlikle bilmiyordum’ diyeceğiniz pek çok detay var.

-Akdeniz kaynıyor. Türkiye 2006’dan bu yana söylediği ‘mavi vatan’ olgusunu ve ekonomik çıkarlarını yüksek sesle dile getiriyor. Diğer yandan gelişen bir Afrika pazarı var. Büyük devlet olma stratejisi çerçevesinde atılan adımlar bu pazarda yer almak isteyen rakiplerini rahatsız ediyor. Menfaatler çatışmaya ve saflar sıkılaşmaya başladı. Şu anda Akdeniz kriziyle karşı karşıyayız. 1946 sonrası dünya iki kutuplu hale geldi. 1990’larda Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek kutuplu oldu. Son yıllarda güç dengeleri değişmekte, belki de çok kutuplu bir döneme doğru gidilmekte. Anlatmaya konunun neresinden başlamak istersiniz?

“KÜRESEL ÖLÇEKTE RADİKAL BİR DÖNÜŞÜM İÇİNDEYİZ”
Bütün bu gelişmeleri soğuk savaş sonrası bağlantılı olarak incelemek mümkün. Küresel düzeyde çok ciddi bir dönüşümle karşı karşıyayız. Bu dönüşüm dipten gelen bir dalga halinde hayatımıza girmiş durumda. Covid-19 salgını hayatımızdan çıkmayacak şekilde bu dönüşümle birlikte yaşamamızı sağladı. Temelde dijital teknolojilerin kullanıldığı; üretici güçler içerisinde robotiklerin, sanal zekanın ve büyük datanın devreye girdiği; bunların öneminin arttığı bir dünya içerisinde insanlar arasındaki ilişkilerin biçimlendiği; bireyler arasındaki ilişkileri de aşarak ülkeler arasındaki ilişkilerin, jeopolitik stratejilerin belirlendiği- radikal bir dönüşümü yaşıyoruz küresel ölçekte.

Bu dönüşümün ortakları ve tarafları geçmişte var olan müesses nizamlarının bir şekilde sarsılacağını; yeni pozisyonlar almak zorunda olduklarını hissediyorlar. Bu da bir takım gerilimlere, çekişmelere neden oluyor. Biz bunun payımıza düşenini Doğu Akdeniz’de komşularımızla yaşadığımız çekişmelerde görüyoruz.

“GEÇMİŞTEKİ KURALLARLA GÜNÜMÜZDEKİ SORUNLAR AŞILAMIYOR”
-Bu gerilimlerin geçmiştekilerden ne gibi farkları var? Söz ettiğiniz dönüşüm bunda nasıl rol oynuyor?

Soğuk savaş dönemine ve sonrasına baktığımızda yönetilebilir, kontrollü krizler var. Türbülansların aşılabildiği kurumsal yapıların oluşması, sorunların belli kurallar etrafında çözülmesi artık değişmiş olan dünyada pek mümkün değil. O anlamda küresel ölçekte hem uluslararası kurumsal yapı sorunu yaşıyoruz hem de geçmişte var olan sorunları çözüme ulaştıran kurallar artık günümüz dünyasının sorunlarını aşmak için yeterli değil.

-Niçin?

Günümüzün sorunlarının en önemlilerinden biri küresel ısınma. Bu; fosil temelli enerji kaynaklarının kullanılarak üretimin gerçekleştirilmesinin bir yerde sonuna gelindiğini de gösteriyor. Yenilenebilir enerjinin kullanıldığı üretime doğru bir evrim ve değişim de söz konusu.

Başta ABD, ülkelerin kendi içlerinde yaşadıkları gelir dağılımı bozukluğu sorunu var. Ülkeler arasındaki gelir dağılımı da bozuk. Küresel devletler hiyerarşisi içinde yoksul ülkeler giderek daha da yoksullaşıyor. Zenginler daha da zenginleşiyor ama kendi içlerindeki yoksullar da artıyor.

KÜRESEL ISINMA VE GELİR ADALETSİZLİĞİ GÖÇÜ TETİKLİYOR
Küresel ısınma ve gelir dağılımı bozukluğunun tetiklediği göç sorunu da var. Bu da kavimler göçü şeklinde yaşanıyor. Farklı alışkanlıklara sahip insanlar göçtükleri ülkelerdeki müesses nizamı baskılamakta ve dönüşüme zorlamakta. Bunun sonucunda popülizm, ırkçılık ve aşırı milliyetçilik gelişmekte. Bütün bunlar bizi terörizm ve güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya bırakıyor.

Günümüzdeki durumda en dipte üretimin nasıl yapılacağıyla ilgili bir dönüşüm yatmakta. Bunun doğurduğu gerilimlere de Doğu Akdeniz’de, dünyanın başka bölgelerinde, Venezuela’da, İran’da, Müslümanların yaşadığı Asya coğrafyasında şahit oluyoruz.

TEKNOLOJİK DÖNÜŞÜMÜN HAM MADDE GİRDİSİ AFRİKA’DA
-Afrika’daki gelişmelerle ilgili Türkiye’nin doktrinleri nedir?

Bu gelişmelerin içinde Afrika kıtası çok önemli ve ayrıcalıklı bir yer. Mineral ve maden zengini bir kıta. Teknolojik dönüşümün ham madde girdisinin çoğu buradan sağlanıyor. Geçmişte burada sömürgeci güçler bir paylaşım savaşı verdi. Afrika’daki ulus devlet oluşmasında sömürgecilerin kendi aralarındaki çıkar ilişkileri yatmakta. Afrika’nın sömürgecilik geçmişi trajedilerle dolu.

Afrika bu özellikleriyle son yıllarda iktisadi büyümesini gerçekleştiren Hindistan, Çin ve Brezilya gibi ülkeleri de kendine çekti. Türkiye de bunlardan biri. Aslında Türkiye’nin Afrika’yla ilişkisinin tarihi eksiye dayanıyor. Afrika’daki en son toprağı Trablus’u 1913’te kaybetti. Osmanlı İmparatorluğu, sahra altı Afrika’da da varlık göstermekteydi. Sudan, Habeşistan (bugünkü Etiyopya), Mısır’ın Nil Nehri havzasında, güneye Uganda’ya kadar etkindi. Türkiye de onun mirasçısı.

TÜRKİYE’NİN AFRİKA’YLA İLGİSİ İKTİSADİ BOYUTLA SINIRLI DEĞİL
Türkiye’nin Afrika’yla ilgisi Hindistan, Çin ve Brezilya gibi iktisadi boyutla sınırlı değil. Tarihi bağları da var. Son 20 senede yakaladığı hızlı kalkınmayla ve dijital dönüşümün Türk versiyonunu yaşıyor olmasıyla; Türkiye’deki sanayinin ve üretimin Afrika’daki maden ve minerallere ihtiyaç duyması ön plana çıktı. Biz daha önce bunları sömürgeci ülkelerin pazarlarından satın alıyorduk. Şimdi doğrudan ulaşmaya çalışıyoruz. Türkiye bunun için yumuşak gücünü kullanıyor. THY, Afrika’da birçok noktaya uçuyor. Afrika’nın çoğu yerinde ticari temsilcilikler açıldı. Türkiye’nin Afrika coğrafyasında iktisadi ve savunma ilişkileri de oluştu. Bundan sonrasında Afrika kıtasının bir kenara bırakılamayacağı noktaya gelindi. Artık bu kıtadaki gelişmelerin birçoğu bizi de ilgilendiriyor ve yakından izlememizi gerektiriyor.

“LİBYA’DA SERT GÜÇ DEVREYE SOKULDU”
-Libya’daki gelişmeleri nasıl değerlendirmeliyiz?

Sudan’ın Kızıldeniz’deki Sevakin Adası, Osmanlı toprağıydı.

Türkiye Libya’da sert gücünü devreye soktu. Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğal gazla bağlantılı çekişmeler çerçevesinde bir gelişme var. İktisadi boyuttaki ilişkiler derinleştikçe ortaya tarihi unsurlar da çıkmaya başladı. Bizim son zamanlarda Afrika’ya ilgimiz ve oradaki varlığımız tarihi geçmişi de canlandırdı. Öyle bir canlandırdı ki Türkiye’nin kıtayla kurduğu ilişkinin hangi yöne doğru gelişeceğini o tarih yönlendirir oldu.

Örneğin biraz önce dile getirdiğim Nil havzasındaki var oluş. Güneyi de dahil Sudan’daki kurumsal yapıların Osmanlı tarafından oluşturulmuş olması. Sudan’ın Kızıldeniz’deki Sevakin Adası, Osmanlı toprağıydı. Oradaki mimari restorasyonla geçmişin bir anlamda yeniden canlandırılması, bunun bir anlamda askeri üs haline çevrilmesi ve Türkiye’nin Kızıldeniz’deki geçişleri kontrol etmede sert gücünü devreye sokabilecek şekilde adanın gündeme getirilmesi o tarihin gelecek 100 yıl içerisinde Türkiye’nin Afrika kıtasıyla ilişkisinin nasıl olacağının ve ne tarafa doğru gideceğinin belirleyicisi oldu. Oradaki tarihi süreklilik gündeme gelmeye başladı.

“OLAYIN BİR DE İNSANİ BOYUTU VAR”
Tarih ve iktisadi yapı biraz mekanik gibi duran konular. Oysa olayın bir de insani boyutu var. Afrika yaygın salgın hastalıklarla boğuşan bir kıta. Örneğin sivrisinek kaynaklı sıtmadan her sene 1 milyonun üzerinde insan hayatını kaybediyor. İç savaşlar, kabile savaşları, sürekli çatışma ortamı söz konusu. Ve alt yapı yoksunluğu var. Bu sorunların bir şekilde çözülmesi gerekiyor.

Türkiye’nin çözüme yapacağı katkı; Afrika’nın bu sorunlarına Afrikalı çözümler bulunması konusunda bir irade göstermesi ve onlarla birlikte hareket etmesidir. Her yere yetişmek mümkün olmayacağından bunun belirli bir sistematik içinde, yardım programı çerçevesinde gerçekleşmesidir. Türkiye’nin iktisadi yardım ve iş birliği kuruluşu TİKA’nın varlığını artırmasıdır. Bugün Türkiye’de kıtaya bu anlamda yardım veren birkaç ülkeden biri. Somali’nin Mogadişu şehrinde kurduğu hastane kıtanın en büyüğü ve moderni.

“BUNDAN SONRAKİ İKTİDARLAR DA ARTIK AFRİKA’YA GÖZÜNÜ KAPATAMAZ”
Bütün bunların sert güçle birleşmesi. Özellikle kapasitesi zayıf ülkelerin polis ve asker güçlerinin ayağa kaldırılması. Örneğin Somali’deki, Sudan’daki, Cibuti’deki, Libya’daki askeri üsler. Bu gelişmeler Türkiye’deki siyasi istikrar, yapı, vizyon ve görüşlerle bağlantılı. Biraz önce çerçevesini çizdiğim ilişkiler; bundan sonraki iktidarlarından da artık Afrika’ya gözünü kapatamayacağı nitelikte.

“AFRİKALI SORUNLARA AFRİKALI ÇÖZÜMLER BULARAK İŞ BİRLİĞİ GELİŞTİRİLMELİ”
Kıtanın durumu hep trajik değil; güzel gelişmelerde oluyor. Çin Halk Cumhuriyeti ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelerin hızlı iktisadi kalkınması, bunların arasında Türkiye ve Brezilya da var; Afrika kıtasındaki ham maddeye ihtiyacı artırdı; oradaki makus talihi yenebilecek iktisadi zenginlik de meydana getirdi.

Bunun toplumsal yansımaları görülüyor. Orta sınıfın sayısı 400 milyona ulaştı. Milyoner, milyarder sayısı da arttı. Orta sınıf satın alma gücüyle dünyada üretilen ürünlerin tümünü anında tüketebilecek kapasitede. Bu kapasiteye artık kimse gözünü yumamaz. Afrikalı sorunlara Afrikalı çözümler bularak iş birlikleri geliştirmek çok daha fazla önem kazandı. Türkiye bence bu gerçeği ihmal etmeden kapıyı açtı, bir daha çıkmamak üzere girdi.

-Afrikalı sorunlara Afrikalı çözümler bulma konusunun iki defa altını çizdiniz. İncelediğimiz yazı ve analizlerinizde; Afrika’daki ülkelere onların değerlerinin üzerine konularak çözümler üretilmesinden söz ediyorsunuz. İçselleştirilemeyen majör değişikliklerin kısa sürede yok olabileceğinin altını çiziyorsunuz. Libya bizim için iktisadi ve jeopolitik açıdan çok önemli. Mavi vatan anlaşmasında bu çok net görüldü, Doğu Akdeniz’deki tüm hesapları birden değiştirdi. Sizin de anlattığınız böylesine büyük devlet vizyonuna sahip Türkiye yumuşak gücünü bir diğer önemli Kuzey Afrika ülkesi Mısır’da ihmal etti. Bu durumu nasıl toparlayabiliriz?

Çok yerinde bir soru bu. Ama orada iç içe geçmiş birkaç olay var. Birincisi Libya’da gösterdiği refleks, mavi vatan, iktisadi münhasır bölgenin oluşturulması belirli bir çerçevede değerlendirilmeli. Belli bir çekişmeye ve çatışmaya refleks olarak gelişti. İç içe gelişmiş konular derken; Mısır’la ilişkilerin gerilmişliği; Doğu Akdeniz’de Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’ın Güney Kıbrıs, Yunanistan ve İsrail’le birlikte Türkiye karşıtı cephe oluşturması Türkiye’nin reflekslerin yönünü belirleyici gelişmelerdi.

TÜRKİYE İLE MISIR ARASINDAKİ SORUNUN GERÇEK SEBEBİ…
Doğu Akdeniz’deki enerji gerilimi üzerinde durmalıyız. Türkiye bu coğrafyada en uzun kıyıya sahip ikinci ülke. Doğu Akdeniz’deki ve KKTC’deki duruşu uzun zamandır çatışma potansiyelleri taşıyor. Doğal gaz tespit edilmesi ve bunun çıkarılmasında Türkiye’yi by-pass edici girişimlerde bulunulması Ankara’yı harekete geçirdi. Arama gemileri satın alınıp devreye sokuldu. Akabinde Karadeniz’de de iki rezerv bulundu.

Öte yandan doğal gaz geçiş coğrafyası üzerindeyiz. Asya’nın enerji kaynaklarını Avrupa pazarına taşımak Türkiye’yi özellikle soğuk savaş sonrasında coğrafi açıdan avantajlı duruma getirdi. Çatışmalara ortak ülkelere bakıldığında; ABD, Fransa, -sanki pek ortada değilmiş gibi olsa da- İngiltere, İtalya, Almanya, Avrupa Birliği (AB), Çin ve diğerleri aslında -Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki duruşunu ve buradaki gelişmeleri -Türkiye’nin kendi dinamikleriyle açıklanamaz hale getiriyor.

Türkiye ile Mısır arasındaki sorun aslında bu iki ülkenin ilişkisi sonucunda ortaya çıkmıyor. Bambaşka bir şekilde Mısır’da gelişmeler oluyor. Demokratik seçimle iş başına gelen Mursi hükümetini Sisi darbeyle deviriyor. Türkiye’den diktatörlük tekrar geri geliyor diye itirazlar yükseliyor. Bu olay bir yönüyle de Fas’tan Afganistan’a kadar bir coğrafyayı kapsayan Büyük Orta Doğu Projesi’nin (BOP) iflas ettiğini gösteriyor.

BOP’un eş başkanlığını yürütme iddiası vardı Türkiye’nin ilk başlarda. Bundan vazgeçti. Çünkü BOP denen projenin bu coğrafyayı ciddi bir şekilde karıştırdığını görüyoruz. Libya’da, Tunus’ta, Cezayir’de; Mısır’daki ayaklanmalar ve en son Suriye’ye gelip dayandı BOP’un bir ucu. Suriye, BOP’un turnusol kağıdı oldu. Bu işin yürümeyeceği ortaya çıktı.

O noktadan sonra Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki ilişkisi bu çerçevede çizilmeye başlandı. Daha fazla milli, içine kapanık ve kendi savunmasını yapacak, kendi göbeğini kendisi kesecek hale getirdi Türkiye’yi. Müttefik diye gördüğü ülkeler, farklı bir cephede yer almaya başladı. Türkiye bir şekilde kendi ittifaklarını ve savunma sistemlerini geliştirmek zorunda kaldı. Bunun en son ulaştığı nokta Libya’daki çatışma. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgeyle kurduğu ilişki, sadece Türkiye’yle ilgili bir ilişki değil. Mısır-Türkiye ilişkisi de değil, İsrail-Türkiye ilişkisi de değil. Çok daha büyük bir projenin parçası olarak gösterilen tepkiler ve alınan pozisyonlardır.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin ‘Kuşak ve Yol İnisiyatifi

“KIRAN KIRANA ÇIKAR ÇATIŞMASI DEVAM EDİYOR”
-‘Çok daha büyük bir projenin parçası olarak’ ifadesini biraz daha açar mısınız?

Afrika coğrafyası, Doğu Akdeniz çekişmeleri, Çin Halk Cumhuriyeti’nin ‘Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ çerçevesinde bu bölgedeki çatışmalar, en son Kafkasya coğrafyasına (Azerbaycan-Ermenistan) taşınan çatışmaları göz önünde bulundurduğumuzda aslında kıran kırana bir çıkar çatışması devam ediyor. Ve siz burada nasıl ayakta duracağınıza karar vermek durumundasınız. O da sizin sert gücünüzü gerektiği yerde zaman zaman kullanmanızı getirebilir. Türkiye Libya’da, Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin çağrısıyla sert gücünü devreye soktu.

Ayrıca güney sınırlarında Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekatlarını yaptı. En son işgal altındaki topraklarını kurtarmak için giriştiği çatışmada hiç tereddütsüz Azerbaycan’ın yanında yer aldı. Sert güç kapasitesini kullanmak; bunu destekleyecek iktisadi süreçleri uygulamaya koymanız önemli. Dünyaya bu kadar entegre olmuş bir ekonominin; bu kadar açık piyasa ekonomisini yürütmeye çalışan Türkiye’nin özellikle bu jeopolitik çatışmalar çerçevesinde sıkıntılarla karşılaştığı da açık.

“EN FAZLA ÜZERİNDE DURULMASI GEREKEN KONULARDAN BİRİ DE YUMUŞAK GÜÇ”
Belki üzerinde en fazla durulması gereken mesele; hem Afrika’ya hem de Doğu Akdeniz’e yönelik yumuşak güç konusuydu. -İnsan malzememiz ne kadar bu sorunlarla baş edebilecek düzeyde; eğitimli, meraklı, maceracı, girişimci, yaratıcıf-, buna bakmak; daha yaratıcı insan gücünü ortaya çıkaracak eğitim sistemlerinin geliştirilmesi; özellikle Afrika bölgesine yönelik bilginin ve araştırmaların derinleştirilip medya-filmler aracılığıyla bunlara yönelik merakın uyandırılması gerekiyor.

-Bu merak uyandırılabildi mi?

Türkiye bu konularda çok zayıf ve kısmi kaldı; yaygınlaştıramadı. Üniversitemizde Çin ve Afrika Araştırma Merkezleri var. Başka üniversitelerde de benzerleri faaliyette. Çin Araştırma Merkezi sadece bizde. İlk Afrika Araştırma Merkezi 2006 yılında Kadir Has Üniversitesi’nde kuruldu; ben kurmuştum. 20 üniversitede yaygınlaştı ama bu merkezler öğrenci kitleleri arasında Afrika’yla ilgili merakı uyandırabilmiş değil.

Örneğin Türkiye’deki bir KOBİ’nin, Afrika’daki KOBİ’yle iş birliği yapmak için proje geliştirmesi ve bankanın ilgili biriminden bunun için kredi istemesi halinde o bankada -gidilecek coğrafyayla ilgili detaylara ulaşabilecek araştırma merkezlerinin bilgisi ve bu konuda uzman bankacılar- olması gerekiyor. Bu konu sağlık turizmi için de geçerli. Ama bizim tropik hastalıkları çalışan, -bir üniversitedeki bölüm haricinde – tıbbi kurumlarımız, hastanelerimiz yok. Bunlara kaynak ve zaman ayrılmalı. THY yolları Afrika’ya uçuyorsa o hastalıkları tanıma yükümlülüğümüz de söz konusu. Geçen yıllarda Nijerya’da sinek ısırması sonucu sıtma virüsü kapan THY kabin amiri vefat etti.

“ORADA NE İŞİMİZ VAR DEMEYECEK, İNSANLARI YETİŞTİRMELİYİZ”
Sadece entelektüel merak değil; ulusal çıkarları ve geleceğimizi koruma anlamında bütün bu gelişmeleri yönlendirecek ‘orada ne işimiz var demeyecek’ insan kapasitesini yetiştirmemiz gerekiyor. ‘Gidip başkasının madenlerini, ham maddelerini, minerallerini, elmaslarını yağmalayıp götürelim’ demiyorum. Böyle bir haydutluğu bu çağda kimsenin dile getirmesi mümkün değil.

Onu geçmişte yapan 200 senelik Afrika deneyimi olan geleneksel sömürgeci ülkeler var; hala bu işin peşindeler. İnşa ettikleri tren yolu ham maddenin olduğu noktadan başlıyor ve malların gemilere yükleneceği bir rıhtıma varıyor. Bulundukları Afrika ülkesinin ulaştırma hizmetleriyle ilgili bunlar haricinde hiçbir şey yapmamışlar. Sonra da ‘bunlar adam olmaz, fakir-fukara’ demişler. Hem adamların elindeki zenginliği alıp götürüyorsunuz, hem de dönüp kurbanı suçluyorsunuz.

-Peki, günümüzde maden ve mineral zengini Afrika’ya ilgi gösteren ülkeler oraya hangi düşünce ve niyetlerle gitmekteler?

Geleneksel sömürgeciler Çin Halk Cumhuriyeti’nin Afrika kıtasına gelmesinden hiç hoşnut değiller. Çünkü şehirleri birbirine bağlayan ve iç pazarı entegre eden ulaşım ağlarını kurmaya çalışıyor Çin. Bunu da -çok iyi niyetlerle, Afrikalıları çok sevdiğinden ya da insani duygularla değil-; oradaki pazara daha iyi girebilmek için yapıyor elbette. Somali’deki hastanemiz ve gençlerini Milli Eğitim Bakanlığı ile YÖK’ün burslarıyla Türkiye’ye getirip okutmamız da çok önemli Afrikalılar için.

“KAZAN-KAZAN STRATEJİLERİ HAYATA GEÇİRİLEBİLİR”
Bu arada Türkiye’nin -bu kıtadaki varlığının insani yardım üzerinden ilerlemesi-, kendi kapasitesini geliştirmesine de faydalı olur. Oradaki maden ve minerallerin endüstrimizde nasıl kullanıldığının araştırıldığı; bunları kullananların ya da üretenlerin Afrikalı şirketlerle birlikte hareket ettiği bir ortam oluşturulup kazan-kazan stratejileri hayata geçirilebilir. Ama böyle ilişki ağlarından geleneksel sömürgeciler pek de memnun değiller. Tam tersine çok da mutsuz oluyorlar.

“FRANSA, TÜRKİYE’NİN AFRİKA’DAKİ VARLIĞINDAN RAHATSIZ”
-Fransa’yla Doğu Akdeniz’de yaşanılan son gerginliğin arka planında da bu var büyük bir ihtimalle…

Evet, Fransa’yla aramızdaki çekişmenin en önemli boyutu bu. Zannetmeyelim ki Fransa oraya Yunanistan’ı çok sevdiği için geldi. Fransa bizim Afrika kıtasında artan, Cibuti’deki özellikle de Libya’daki varlığımızdan son derece rahatsız. Çünkü Libya’nın bağımsızlaşması ve az önce söylediğim iktisadi model çerçevesinde Türkiye’yle kazan-kazan stratejileri oluşturması; Fransa’nın, Libya’nın güneyindeki 5 Frankofon (Fransızca konuşan) ülkeyi kaybetmesi riskini de doğuruyor. Kaldı ki bu ülkeler sömürge durumundan kurtulmak için adımlar da atmaktalar.

– Türkiye’nin buralarda başarı kaydetmesi, bu olumlu gelişmelerin Afrika’nın batısındaki diğer Frankofon ülkelere, Kamerun’a kadar sirayet etmesine vesile olabilir; yeni partner arayışlarını tetikleyebilir haliyle…

Doğu Akdeniz’deki enerji çekişmelerini, Güney Kıbrıs’ı biraz da düşmanca söylemler üzerinden konuşuyoruz; işte Rumlar böyle, Ermeniler şöyle diye… Ya da Yahudi düşmanlığı, her şeyi Yahudilerin yaptığı… Aslında hiç de gerçekliği yansıtan ya da yönlendirebilecek bakış açıları değil bunlar.

“DOĞU AKDENİZ’DE KALDIRAÇ ELDE ETMEK İSTİYORSANIZ…”
Evet, Yunanistan’ın, Güney Kıbrıs’ın, İsrail’in Türkiye’ye bakışı, özellikle de Doğu Akdeniz’deki enerjinin tüketim pazarına ulaşması konusunda Türkiye’yi by-pass etmeye çalışmaları dostane yaklaşımlar değil. Türkiye’ye karşı son derece düşmanca, hasmane tavırlar alıyorlar. Ama Afrika’daki gelişmeler Doğu Akdeniz’le ilgili olmasının ötesinde, ondan çok daha ileri bir yerde. O da, Doğu Akdeniz’in dünyaya açıldığı kapı Suveyş Kanalı ve Kızıldeniz’in öbür ucu; yani Hint Okyanusu’ndan Kızıldeniz’e giriş noktası. Jeopolitik dengeler açısından eğer siz Doğu Akdeniz’de kaldıraç elde etmek istiyorsanız, bu noktayı kontrol etmek zorundasınız. Orada varlığınızın olması size burada kaldıraç sağlayacak. Somali’deki askeri üs, Cibuti’deki serbest ticaret bölgesi, bütün bunlar Doğu Akdeniz’deki çekişmelerde Türkiye’nin elini kuvvetlendiren unsurlar.

“BUNLARIN DA TEMELİNDE OLAN BAŞKA BİR OLAY: SU SAVAŞI!”
Bunların da temelinde olan başka bir olay, su savaşıdır. Nil Nehri’nin üzerinde Etiyopya’nın kurduğu Rönasans (Hedasi) Barajı. Eğer su konusunda kontrol mekanizmasını oluşturabilirseniz, birikiminizi oradakilerle paylaşabilirseniz-çünkü buna çok ihtiyaçları var-sizin Doğu Akdeniz’deki kurulmuş olan şer cephesine karşı eliniz daha da kuvvetlenecek. Dolayısıyla oradaki hasmane olaya, o düşmanca söylemlerine karşılık vermek yerine-bilmiyorum, belki o da gerekiyordur belli kesimler için- diğer stratejilerinizi, yani su savaşı stratejinizi-Fırat ve Dicle Mezopotamya suları ve Nil suyu- hayata geçirmelisiniz. Buradaki bölge ancak o parantez içinde yaşayabilir, kendini besleyebilir. O parantezi kurma konusunda bir irade, refleks gösteremiyorsanız, Doğu Akdeniz’deki varlığınız da sizi kıyıya hapseder.

“BUNUN BİR UCU DA, KAFKASLAR’DAKİ ÇATIŞMA”
Bunun bir ucu da Kafkaslar’daki çatışma. Eninde sonunda oraya geleceği çok açıktı. Bir ucu da Libya’daki çatışma. Bu üçgen içinde, -Kafkasya’dan Libya’ya, Libya’dan Kızıldeniz’in giriş noktasına- var olmanız gerekir ki; Doğu Akdeniz’deki çatışmalarda eliniz kuvvetli olsun. Orada var olmaya çalıştığınızda da Fransızlar huzursuz olup sizinle çatışmayı artırmaya başlıyorlar. İngilizler, kendilerini pek göstermeden Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudiler eliyle o işi organize ediyorlar. “Birleşik Arap Emirlikleri, küçücük bir ülke benle nasıl uğraşır?” diyorsunuz ama arkasında İngiltere ve ABD var.

“İNGİLTERE HER ZAMAN İŞİN İÇİNDE”
-Özellikle Akdeniz coğrafyası ve Uzak Doğu’da İngiltere hala gizliden gizliye ve geriden vekalet oyuncularıyla varlığını sürdürüyor.

İngiltere zaten her zaman işin içinde. Hakeza ABD. Fakat görebildiğim kadarıyla ABD’deki seçimler sonrasında Büyük Orta Doğu Projesi diye bir şey kaymayacak. Beyaz Ev el değiştirir ve Joe Biden orada oturmaya başlarsa bu dünyaya barış güvercini havasını getirecek büyük olasılıkla. Çin’le sürtüşmeye devam edecek ama onu düşman değil rakip olarak görecek.

“ABD’NİN ÇİN’LE DERDİ, TEKNOLOJİYİ NASIL ÜRETTİĞİNİ PAYLAŞMAMASI”
-Biden’in gelişiyle ABD’nin Çin’le uzlaşması ve entegrasyona gitmesi olası mı?

ABD’nin 46’ncı Başkanı Joe Biden.

Şu anda Çin’le uzlaşmamış gibi bir durum söz konusu değil. Uzlaşıp ticaret savaşını bitirdiler. Çin, ABD’nin dayattığı kuralları, ABD’den 200 milyar dolarlık tarım ithalatı yapmayı kabul etti. Aralarındaki asıl sorun teknoloji üzerine.

ABD’nin derdi, Çin’in teknoloji üretmesi ve pazarına taşıması değil; o teknolojiyi nasıl ürettiğini kendisiyle paylaşmamasından rahatsız. Kimyasal tablonun alt çizgisinde yer alan ender metaller ve ender mineraller denen maddelerin büyük bir kısmı Çin’in elinde ve Afrika kıtasında. Özellikle Çin’in var olmaya çalıştığı Mozambik, Angola ve Etiyopya gibi ülkelerde. Çin’in teknolojide girdi olarak en fazla kullanılan bu madenler ve minerallerde avantaj elde etmesi, ABD’nin ne yaptığını bilmiyor olması ABD’deki müesses nizami tehdit ediyor. Donald Trump, buna düşmanca cevap verirken, belki Joe Biden, birazcık daha rakip olarak cevap verecek. Düşmanlıkla rekabet arasında bir seçim yapacak. Büyük bir olasılıkla rekabeti seçecek. Çin’le daha iyi ilişkiler geliştirecek.

-Biden döneminde Suriye’de neler öngörüyorsunuz?

ABD’de orada barış ve çatışmaların kesilmesi politikası izlemeye başlarsa; bu zamana kadar vekalet savaşı için kullandığı devlet dışı aktörleri-YPG ile PYD- devre dışı bırakabilir. O da uzun vadede Türkiye’nin işine gelecektir. Suriye’deki çatışmaların bir başka boyutu da Doğu Akdeniz’deki çekişmeye yansıyacaktır. ABD’nin Biden döneminde Çin’le ilişkisinin nasıl evrileceği; Doğu Akdeniz’deki ve Suriye’deki çatışmalar ile Libya’daki gelişmelerin de belirleyicisi olacak gibi duruyor. O yüzden ABD-Çin, ABD-Rusya ve ABD-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerini önümüzdeki birkaç ay çok yakından takip etmemiz gerekecek.

“PORTEKİZ, ÇEKİLDİĞİNDE MOZAMBİK’TE ÜNİVERSİTE YOKTU”
“Bağımsızlık mücadeleleri sonucunda 1973’te Portekiz, Mozambik’ten çekiliyor. 1974’de bağımsız Mozambik’te hükümet kuruluyor. O sırada ülkede üniversite yok, dört tane üniversite mezunu var. Doktor sayısı da o kadar az ki… Onların çoğu da yabancı, gönülle gelmişlerdi.

Başkentleri Maputo’da Mondlane üniversitesini kurdular. Ardından başka bir üniversite daha… İnanılmaz yoğunlukla halklarını eğitiyorlar. 30 bin doktor mezunları var. Bağımsızlık, sömürge olmamak bir ulusa çok fazla avantaj sağlıyor. Bizim iş yapacağımız da hızlı büyüyen, büyüme peşinde koşan insanlar. Ancak bunlarla birlikte hareket edebiliriz. Onların sorunlarına kendilerinin buldukları çözümlerle yardımcı olabiliriz.”

 

“ANNECİĞİM, AFRİKA’DAKİ ÇOCUKLARI NASIL KURTARABİLİRİM?”
-Türkiye, nüfuz alanındaki ülkelerin gençlerini misafir ederek eğitimlerini sağlamada çok büyük çaba sarf ediyor ve bunun meyvelerini de alıyor gerçekten. Ancak sizin de vurguladığınız gibi, bizim onları anlamamızı ağlayacak insan gücü ve kaynağını yetiştirmede zayıfız. Bunlar aynı zamanda girişimcilerimize rehberlik edecek akademik kadroları oluşturacaklar veya girişimci olacaklar. O pazarların kültürlerini ve dinamiklerini anlayan ne kadar girişimcimiz olursa yumuşak güç de o kadar serpilecek ve ilişkiler daha sağlam ve girift hale gelecek. Ne dersiniz?

Kesinlikle haklısınız. Size bir anekdot anlatayım. İngiltere’de yaşayan bir arkadaşım, yabancıyla evli. Çocukları ilkokul çağındayken arkadaşım onu evde oturmuş kara kara düşünürken görüyor. Ne düşünüyorsun evladım diye sorunca; ‘Anneciğim, Afrika’daki çocukları nasıl kurtarabileceğimi düşünüyorum.’ diyor.

Arkadaşım kızına ‘Önce okulunu, bitireceksin, büyüyeceksin, meslek sahibi olacaksın, ondan sonra onları nasıl kurtarırım diye düşünürsün. Ev ödevin yok mu, önce onu yap.’ karşılığını veriyor. Çocuğun cevabı şöyle: ‘Anne bu benim ev ödevim. Öğretmenim, -bunu düşünün, raporunu yazın, geldiğinizde konuşacağız- dedi.’

“EL ALEMİN AÇIYLA, FAKİRİYLE NE İŞİMİZ VAR DERSENİZ…”
Bizdeki siyasiler ve ekonominin önemli duayenleri ise trajik bir olay sonrasında “Afrika’da, oradaki açlarla ve fakirlerle ne işimiz var?’ deyip konuşmaya başlıyorlar. Dünyanın gerçekliği ve içinde bulunduğunuz gerçeklik, özellikle ticaret savaşları etrafındaki olaylar, Doğu Akdeniz’deki gerilimler; bütün bunlar sizin yediğiniz ekmek ve onun sağlama alınmasıyla ilgili. Siz ‘El alemin açıyla, fakiriyle ne işimiz var?’ diye düşünürseniz dünyanın gerçekliğine gözünüzü kapatmış oluyorsunuz.

Bizi Paylaşın
Continue Reading
Yorum yapmak için tıklayın

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir