Connect with us

Spor

NASUH MAHRUKİ: “CUMHURİYET, HER YURTTAŞI BİREY HALİNE GETİRDİ”

“1995’te şunu fark ettik: Türkiye bir doğal afet ülkesiymiş. Birkaç yılda bir çeşitli bölgelerde çok ciddi yıkımlara yol açan seller; birkaç 10 yılda bir de kitlesel afete dönüşen depremler meydana geliyormuş. Türkiye’nin geri kalanı bunu 17 Ağustos 1999 sabahı fark etti.” diyen Nasuh Mahruki, AKUT’un arama kurtarma sistemini yüksek standartlarda kurduğunu, diğerlerinin de mecburen buna uyduğunu ifade ediyor.

-“Türkiye’nin açmazı şu: Toplumun bir kısmı ABD’nin en gelişmiş standardında eğitiminde, görgüsünde, kültüründe; bir kısmı da Bangladeş standartlarında yaşıyor. Makas öyle açılmış ki bir türlü orta yol bulunamıyor. Üstelik iki kısım arasında son zamanlarda eskiden olmayan düşmanlık tohumları ekildi.”

– “Bir gün önce çığ olmuş. Ertesi gün arama kurtarma çalışmasına gidiyorsun. İlk düşünülmesi gereken detay, burada bir çığ daha olur mu sorusudur. İkinci çığ oldu ve 41 kişi öldü. Önceden de çığlar olurdu. Biz giderdik. Kaç tane operasyona helikopterle götürüldük. Çığ kurtarması işi, kış -dağcılık faaliyetidir.”

 

S. ŞEFİK KEMALİ SÖYLEMEZOĞLU/RÖPORTAJ

Arama kurtarma faaliyeti denildiğinde akla gelen ilk kurum AKUT, AKUT denildiğinde de akla gelen ilk kişi kurucu başkanı Nasuh Mahruki. Türkiye’deki herkes “bir deprem ülkesinde yaşadığı gerçeğini” artık çok iyi biliyor. Ancak buna rağmen depreme karşı yeterince önlem alındığını söylemek imkânsız. 41 kişinin hayatını kaybettiği son faciayla çığ konusunda da ciddi yetersizlikler bulunduğu ortaya çıktı. Öte yandan ülkemizde sıkça seller de meydana gelmekte. Bunlar ve benzeri doğal afetler sonrasında neler yapılması gerektiğini en yetkin ve deneyimli isimlerden Mahruki’yle konuşmak istedik. Teknik detayların çok ötesinde bir söyleşi gerçekleşti. Mahruki’nin hayat felsefesini oturttuğu fikri arka plan hayli derindi.

DAĞ VE DOĞA SPORLARI FARKINDALIĞIMI GELİŞTİRDİ”
Üniversitede dağcılık kulübüyle tanıştınız ve bu konuda dünya çapında tanınan bir isim oldunuz. Bu uğraş fikirsel gelişiminizde nasıl bir rol oynadı?

Çocukluğumdan beri çok hareketli bir hayatım vardı. Yaramaz değildim ama hareketliydim. Doğa ve hayvanlara da düşkündüm. Büyükbabamın 60 yıl önce Etiler’de yaptırdığı bahçeli bir evde yaşıyoruz. Tavuklarımız, kaplumbağalarımız, balıklarımız, köpeğimiz bir sürü hayvanımız var. Doğa ortamı ve hayvanlarla birlikteyken kendimi hep iyi hissettim.

Nasuh Mahruki

Bilkent Üniversitesi İşletme Bölümü’nde okurken doğada spor fikriyle tanıştım. Dağcılık Kulübü’nün toplantılarına katıldım. En iyilerden teorik ve pratik eğitimler aldım. Mağaracılık, aletli dalış ve yamaç paraşütüne de başladım. Dağ ve doğa sporları kendimle ilgili farkındalığımı çok geliştirdi. Çünkü riskli ve tehlikeli sporlar. Fiziken kendini zorluyorsun. Teknik kabiliyetlerini geliştiriyorsun. Ekip arkadaşlarınla bilmediğin bir mağaraya girip onun rotasını buluyorsun. Veya dağcılıkta yine kendine bir hedef seçip antrenmanlarını; fiziksel, teknik ve psikolojik hazırlığını yapıyorsun Dağ koşullarındaki riskleri yönetiyorsun, kritik süreçlerde kararlar veriyorsun. Sürekli uyanıksın, dikkatlisin ve her tarafının farkındasın. Bu süreçler hayatla ilgili genel güvenini, duruşunu ve algını belirliyor. Arkanı bile kontrol ediyorsun. Hayattaki avantaj ve dezavantajlarını öğreniyorsun. Yolunu daha doğru çiziyorsun.

“KALP-AKCİĞER SİSTEMİM YÜKSEK İRTİFAYA ÇOK MÜSAİT”
-Merak, ilgi ve azminiz vardı. Çok cüzi bütçelerle ve dar sponsorluklarla bütün kıtaları gezdiniz. Ama bir de kişinin doğa sporlarına uygunluğu söz konusu değil mi?

Yüksek irtifalı dağcılık için biçilmiş kaftan bir anatomiye, vücuda ve psikolojiye sahibim. Bir de en önemlisi tutkuyla seviyorum bu uğraşıyı. Kalp-akciğer sistemim yüksek irtifaya çok müsait; düşük oksijenli ortama çok iyi toleransım var. Yüksek irtifada çok hızlı hareket edebiliyorum. Profesyonel dağcılık kariyerimde 7-8 binlerin üzerinde benden daha hızlı 10 tane dağcıyla tanışmadım. Onların da neredeyse tamamı Rus milli takımındaydı. Bir de gezginliği seviyorum aynı şekilde. Motosikletle, herhangi bir araçla, yerel araçlarla ya da otostopla birçok seyahatler yaptım. Her biri beni inanılmaz besledi ve öğretici oldu. Farklı kültür ve coğrafyalara gittim. İçinde doğduğun kültürün doğruları, yanlışları ve genel kabullerinden bambaşka insanların olduğunu anlıyorsun.

“DÜNYA HOMOJEN OLMAK İÇİN YARATILMIŞ DEĞİL”
Seyahatle ayrıca hiç kimseyi ötekileştirmemeyi, yargılamamayı, herkesi olduğu gibi kabul etmeyi öğreniyorsun. “Kendine benzeyeni koru, benzemeyenden sakın hatta düşmanca gör sana zarar verebilir!” düşüncesi evrimsel süreçte belki işe yaradı ama bugünün dünyasında olmaz. Bugün çok kültürlülük ve renklilik asıl değerli olan. Dünyayı değerli kılan şey heterojen olması. Küresel iklim değişikliğinin en büyük sıkıntısı maalesef kültürlerin hepsini birbirine benzetiyor. Yaşam şartları o denli zorlaşıyor ve değişiyor ki, pek çok canlının soyu tükeniyor. Her yerde benzer canlıların olması dünyayı homojenize edecek. Dünya homojen olmak için yaratılmış değil. Çeşitliliği ne kadar çok olursa o kadar daha gelişmeye, büyümeye ve ilerlemeye açık bir hale geliyor. Yeniliği, yeni fikirleri ve yeni kabiliyetleri çeşitlilik besliyor. Çeşitlilik azaldığı andan itibaren dünya çok renksiz, soluk, sıkıcı, boğucu ve bağnaz bir yer haline dönüşecek. Yalnızca canlı türlerinde değil; insan kültürlerinde de böyle. Hepsinin beslenmesi, korunması, gelecek kuşaklara aktarılması çok önemli. Ama görüyoruz ki vahşi kapitalizm bütün kültürleri birbirine benzetmeye çalışıyor. Giderek çeşitlilik, renklilik, çok kültürlülük, çok boyutluluk azalıyor.

-Kapitalizm ve emperyalizm ötekileştirmeyi seviyor. Az gelişmiş ve gelişmekte olan toplumlar da temel reflekslerle hareket edip gelişimden maddi pay almakla yetiniyorlar. Düşünsel birikim geri planda kalıyor.

Bunu aslında toplumlar değil, yönetimi ele geçirmiş diktatör kafalı liderler, lidercikler yapıyor. Demokrasi farklı fikirlerin tartışılması ve ortaya sentez çıkmasıdır. Çoğunlukçuluk değil, çoğulculuktur. Oyum fazla dediğim olacak dediğin andan itibaren faşizme savruluyorsun.

“ESKİDEN OLMAYAN DÜŞMANLIK TOHUMLARI EKİLDİ”
-Cumhuriyet ile demokrasi eş anlamlı görülüyor… Oysa biri devlet, diğeriyse yönetim tarzı…

İş aslında bireyde; yetkin, namuslu, toplumunu ve dünyayı düşünen liderlerde bitiyor. Bütün yapılması gereken toplum içindeki doğru değerlere ve kabiliyetlere sahip kişileri seçip onları başının üzerinde taşımak. Türkiye’nin açmazı şu: Toplumun bir kısmı ABD’nin en gelişmiş standardında eğitiminde, görgüsünde, kültüründe; bir kısmı da Bangladeş standartlarında yaşıyor. Makas öyle açılmış ki bir türlü orta yol bulunamıyor. Üstelik iki kısım arasında son zamanlarda eskiden olmayan düşmanlık tohumları ekildi.

Bu iktidarın Türkiye’ye yaptığı en büyük kötülük şu: Eğitim seviyesi, dünya görüşü ve yaşam pratikleri çağdaş dünyayı karşılamayan insanlardaki kompleksli duyguların megalomani duygularıyla yer değiştirmesine sebep oldu. Eskiden kendini, kabiliyetlerini, yaşadığı yeri, hayallerini, hedeflerini; bunlarla birlikte öbür tarafı da bilenlerde şimdi “biz şanlı bir ecdadın torunlarıyız, büyük bir ümmetin evladıyız” gibi duygular öne çıkarıldı.

“BUGÜNKÜ EKSİKLİK, ECDATPERESTLİKLE AŞILMAYA ÇALIŞILIYOR”
Bugünkü eksikliğini geçmişteki hayal dünyasında oluşturduğu ecdatperestlikle aşmaya çalışma bu. Her şeyi mükemmel ve doğru olma şansı var mı 600 sene iktidar süren koskoca bir imparatorluğun? Tabi ki içlerinde muazzam liderler çıktı: Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman… Ama diğer taraftan 2’nci Abdülhamid gibi 30 yıl boyunca istibdat rejimiyle milletini inim inim inleten ve Türkiye’nin iki katı toprak kaybeden bir lider de çıktı. Vahdettin gibi bilfiil İngiliz işbirlikçisi, Osmanlı’yı her şeyiyle İngiliz’e, düşmana satan bir lider de çıktı. Hepsini aynı zarfın içine koyup şanlı ecdadımız şöyleydi böyleydi diye masal dünyasında yaşarsan masal içinde ölürsün o zaman.

“DEMİREL, ÇOBAN SÜLÜ’YDÜ AMA CUMHURBAŞKANI OLDU”
Cumhuriyet herhangi bir etnisite, mezhep, din, dil, ırk, zengin-fakir ayrımı yapmadan her yurttaşı bir birey haline getirdi. Padişahın kulu olma bilinci ve kültüründen başka hiçbir şeyi bilmeyen bir kitleyi bireyler haline getirdi. Kendini ümmet zanneden toplumu, millet haline getirdi. Sürdürülebilirliğini sağlamak için de çağdaş eğitim modeli oturttu. Nobel ödülü alan ilk bilim insanımız Mardin’den çıktı. Süleyman Demirel, “Çoban Sülü’ydü” ama Cumhurbaşkanı oldu.

“HAK ETTİĞİM YERE CUMHURİYET SAYESİNDE GELDİM”
-O, Cumhuriyet’in mucizelerinden biriydi…

Cumhuriyet’in mucizesi; “herkese eşit, adil, tarafsız eğitim vermek; rekabet avantajı sunmak, gayretin ve kabiliyetinle aradan sıyrılıyorsan çıkabildiğin yere ulaşmanı sağlamak” idi. Ben de Cumhuriyet’in çocuğuyum. Benden önce 8 bin metreleri hedefleyen yüksek irtifa dağcılığı yoktu. Arama kurtarma da yoktu. Sonuçta fırsat eşitliği ve adil rekabetle daha cabbar çıktım ve kendime bu konularda hedef belirledim. İhtiyaçlar gördüm, arkadaşlarımla birlikte organize oldum, örgütlendim; kurtarma takımı oluşturdum. Hak ettiğim yere Cumhuriyet’in kazandırdığı değerler ve fırsat eşitliğiyle geldim.

“EZANIN TÜRKÇE OKUNMASI DİN DÜŞMANLIĞI DEĞİLDİ”
Cumhuriyet maalesef çeşitli sebeplerle büyük bir kitlenin eğitim seviyesini yükseltemedi. Radikal sağcı kesimin çabalarıyla olmadı bu. Menderes bile ezanı yeniden Arapça yapacağız söylemiyle iktidara geldi. Anladığın dilde ezan okunmasının bir sakıncası yoktu. Arapça olmasının da bir sakıncası yok bence. Toplum istediği olabilir. Ama Türkçe olması bir din düşmanlığı değildi. Daha iyi anlaşılsın diye yapılmıştı. Kur’an’ın ilk defa Cumhuriyet döneminde Atatürk tarafından Türkçeye çevrilmesindeki gibi.

“ALLAH, DİN VE KUR’AN’LA ALDATANLAR FIRSATI KAÇIRMIYOR”
Belki de Atatürk’ün çok partili rejime erken geçmesinin sıkıntısı bunlar. Demokrasiye ve toplumun bunu başaracağına o kadar inanıyor ki çabucak çok partili rejimi istiyor. Maalesef başaramıyor. Çünkü, Allah, din ve Kur’an ile aldatanlar o fırsatı kaçırmıyorlar. Boşluğu görür görmez din üzerinden giriyorlar. Toplumun bir bölümü ileriye doğru koştururken, bir bölümünün geriye doğru düşmesinin sebebi hep bu Allah ile aldatanlar. Türkiye 18 yıldır da tam olarak bu süreci yaşıyor. Bu süreçte büyük bir sermaye değişimi ile nitelikli ve aydın insan kıyımı oldu. Araya büyük düşmanlık tohumları ekildi. Peki şimdi neredeyiz? Deniz bitti! Bu sürdürülebilir bir şey değil.
Cumhuriyet kuruldu, Atatürk 15 yıl sonra öldü. Keşke bir 10 yıl daha yaşasaydı, dünya tarihi başka olurdu. 15 yılda ektiği tohumlarla buraya kadar gelebildik.

“BOLKAR DAĞLARI’NDAKİ KAZAYLA ARAMA KURTARMAYA YÖNELDİK”
-AKUT (Arama Kurtarma Derneği), gerçekten muazzam bir proje. Nasıl doğdu ve oluştu?

1994 Kasım’da Bolkar Dağları’nda bir dağ kazası meydana geldi. O zamanlar Türkiye’de organize bir kurtarma takımı yoktu. Dağcının kulübündeki veya diğer kulüplerdeki olayı duyan sporcular kurtarma çalışması yapardı. 20-21 yaşlarında 2 çocuğun bir anda kaybı büyük olaydı. Ülkenin dört bir yanındaki yetkin dağcılar bölgeye gitti. Orada doğaçlama organize olduk. İki grup halinde 14 gün uğraştık, bulamadık çocukları. Hatta aileler helikopter kiralamıştı. Bizi dağların zirvelerine bırakıyorlardı, iplerle yamaçlardan tarayarak iniyorduk. Çocuklardan birinin cenazesini 8 ay sonra bir çoban buldu.

Kar Leoparı unvanına sahiptim o dönemde. Benden başka da 6-7 tane 7 bin metrenin üzerine çıkmış dağcı vardı Türkiye’de. Gelecekteki olası dağ ve doğa sporlarındaki kazalar için şimdiden örgütlenelim dedik. Olay gösterdi ki: 1990’larla birlikte dağ ve doğa sporlarına artan ilgiyle beraber daha çok genç dağa ve doğaya çıkacak. Çok güzel başarılar elde edeceğiz ama kaçınılmaz olarak kazarlar da artacak. 1995’te konunun tam içine girdik. Türkiye’de Afet İşleri Genel Müdürlüğü, Sivil Savunma Genel Müdürlüğü, Denizcilik ve Ulaştırma Bakanlığı ile Jandarma Genel Komutanlığı’ndan oluşan dört ayaklı; yetki ve sorumlulukların biraz karıştığı bir durum vardı. Arazi ve dağ koşullarında yetki kâğıt üzerinde jandarmadaydı ama hareket kabiliyeti yoktu. Kanyonda, dağda ya da mağarada kaza geçirenlere yalnızca sporcu arkadaşları yardım edebiliyordu.

“1995’TE FARK ETTİK Kİ, TÜRKİYE BİR DOĞAL AFET ÜLKESİ”
1995’te şunu da fark ettik: Türkiye bir doğal afet ülkesiymiş. Birkaç yılda bir çeşitli bölgelerde çok ciddi yıkımlara yol açan seller; birkaç 10 yılda bir de kitlesel afete dönüşen depremler meydana geliyormuş. Türkiye’nin geri kalanı bunu 17 Ağustos 1999 sabahı fark etti. 4 yıl öncesinden bu konunun farkına varmış olmamız bize çok ciddi ön alıcı hamle yapma fırsatı verdi. Kendimizi çok geliştirdik. Hatta Kandilli Rasathanesi Müdürü rahmetli Ahmet Mete Işıkara bize deprem sunumu ve uzun uzun İstanbul depremini anlattı. 7’den büyük deprem beklediklerini; işi gücü bırakıp deprem sonrası kurtarmada gelişmemiz gerektiğini söyledi. Bu sözleri çok ciddiye aldık. Ondan sonraki planlamalarımızda depremde kurtarmayı çok özel bir yere aldık. Esenler Belediyesi’yle proje yaptık. Yıkacakları binaları önceden bize haber vermelerini, içinde birtakım çalışmalar ve tatbikatlar yapmak istediğimizi söyledik.

“17 AĞUSTOS, AKUT’UN 34’ÜNCÜ ARAMA KURTARMA GÖREVİYDİ”
1998’de Adana-Ceyhan depremi meydana geldi. İlk defa gerçek bir deprem ortamında insan hayatı (Emekli öğretmen Hatice Eker, 11 yaşındaki Sercan Güvencin ve 3 aylık Emircan) kurtardık. Adana-Ceyhan depremi nispeten küçük ölçekliydi. Ama oradaki tecrübe bizi 17 Ağustos’taki kitlesel afete hazırladı. Psikolojik hazırlık çok önemli. Ancak yaşadığında, suratına çarptığında onunla nasıl başa çıkabileceğini deneyimliyorsun. 17 Ağustos, AKUT’un 34’üncü arama kurtarma göreviydi. Ne yapacağımızı biliyorduk ve müthiş iş çıkardık.

“AKUT SİSTEMİNİ YÜKSEK STANDARTLARDA KURDU”
-Türkiye, 17 Ağustos’tan sonra AKUT gerçeğiyle de tanıştı ve tam anlamıyla bağrına bastı. Şirketlerin, belediyelerin, vilayetlerin hatta Silahlı Kuvvetler’in arama kurtarma örgütlenmesine model oldu. Bu süreç nasıl gelişti?

Bu aslında Türkiye’nin en büyük şansı oldu. AKUT sistemini yüksek standartlarda kurdu. Eğitim seviyesi çok yüksek spor dalı dağcılık. Tehlikeli bir spor olduğu için belli bir dünya görüşü, kabiliyet, analitik düşünmeyi ve sistematik hareket etmeyi gerektiriyor. Bizden sonra arama kurtarmaya girenler de standartlarını mecburen yukarıya koydular. Türkiye’nin arama kurtarmadaki örgütlü gücü, kapasitesi ve kabiliyeti afet ve acil durum yönetiminin diğer alanlarındakinin hepsinden daha üstün. Önden hazırlık alma kültürümüz hala yerlerde sürünüyor. Matematik modellemelere göre İstanbul’da 48 bin binanın yıkılmasından endişe ediyoruz. Enkazda arama kurtarmada 17 Ağustos’ta AKUT 110-120; Sivil Savunma 110 kişiydi. Şu anda belki de 15 bin kişi var. Van depremindeki enkaz sayısı 100’dü. 4800 kurtarmacı oradaydı. En son Elazığ Sivrice depremindeki enkaz 72’ydi. 3700 kurtarmacı gitti. Bu Türkiye’nin en önemli kazanımı aslında. Örgütlü toplum, güçlü toplum. Sadece arama kurtarma ekibi olarak görülmemeliler. İyi kötü risk bilincine sahipler, kritik süreçlerde karar vermeyi, problem çözmeyi öğreniyorlar. Takım çalışmasını biliyorlar, aralarında yönetim hiyerarşisi var. Malzeme, lojistik, planlama da biliyorlar. Aklımıza gelen gelmeyen başka meselelerde de sorumluluk alabilecek nitelikteler.

-AKUT, yurt dışında da yardıma koştu. Yunanistan’daki depremde adeta diplomatik misyon da üstlendi. Yunan Cumhurbaşkanı sizleri ağırladı.

Kamu diplomasisi diyorlar buna. Biz de farkında değildik ama arkasından gelen süreç bambaşka bir yere gitti.

“ULUSAL MEDİKAL KURTARMA (UMKE) EKİPLERİ CİDDİ BİR KAZANIM”
-AKUT yönetiminde bir değişim süreci gerçekleşti. Arama kurtarmada AKUT biraz geri çekildi. AFAD (Afet ve Acil Durumu Yönetimi Başkanlığı) ön planda. Devlet nezdinde arama kurtarmanın çatı organizasyonu nasıl şu anda?

Kamudaki sorumluluk alanının tek çatıda, AFAD’da toplanması iyi bir gelişme. Ancak bu yapılırken önceki her şey yok sayıldığından 50-60 yıllık Sivil Savunma birikimi de kadük hale getirildi. AFAD’da iktidardakine benzer bir kültür oluştu.

Ulusal Medikal Kurtarma Ekipleri (UMKE) de ciddi bir kazanım. Bu ekiplerdeki sağlıkçılar afet yaralanmalarına müdahale etmeyi de biliyor. Crush Sendromu diye bir konu var. Uzun süreli bası ezilmelerinde ölümcül sonuçlara yol açıyor. Bacak kol sıkışıp uzun süre enkaz altında kaldıysa bir müddet sonra kan akışı duruyor. 30 dakikadan sonra kangren riski başlıyor. 17 Ağustos’ta bunu bilen yoktu. Tıpçı olmadığımızdan biz de bilmiyorduk. 12 Kasım’da bile tam olarak öğrenilememişti. Maalesef enkazdan canlı kurtarılan insanlar hastanede hayatını kaybetti. Önceden önlemi alınmadığından ölü doku kana karışıyordu. UMKE ekipleri bunu biliyorlar. Bu risk önemli ölçüde ortadan kalktı.

“-YA BENDENSİN YA DÜŞMANSIN- TUTUMU BÜYÜK PROBLEM”
Bunlar önemli kazanım ama iktidarın “ya bendensin ya düşmansın” tutumu büyük problem. “Bitaraf olan bertaraf olur” zihniyetiyle kamu kaynakları sadece yandaşlarına kullandırıldı. AKUT’a geldikleri 2002’lerden bu yana yaptıkları kötülüğü anlatamam. Bu Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir kitabımda yazdım bir bölümünü. Operasyona götürmemek için her şeyi yaptılar.

“ÇIĞLA MÜCADELE ÖZEL UZMANLIK ALANI”


Bu işin en yetkini AKUT’la iletişim kurulmayınca yanlışlar olur. Bahçesaray’daki çığ felaketi. Bir gün önce çığ olmuş. Ertesi gün arama kurtarma çalışmasına gidiyorsun. İlk düşünülmesi gereken detay, burada bir çığ daha olur mu sorusudur. İkinci çığ oldu ve 41 kişi öldü. Önceden de çığlar olurdu. Biz giderdik. Kaç tane operasyona helikopterle götürüldük. Çığ kurtarması işi, kış dağcılık faaliyetidir. Bu donanımdaki insanların gitmesi gerekir. Diyelim hadi benden uzak duruyorsunuz, AKUT, Türkiye Dağcılık Federasyonu ve bir sürü dağcılık kulübü var. Çığla mücadele bilgisi gizli saklı değil ki. Özel uzmanlık alanı, kış dağcılığı faaliyeti bu. Danışmazsan facia ortaya çıkar. Bunu ancak dağcılar, o donanımdaki kişiler yapabilir. Plastik ayakkabı olması gerekir bir kere. Eskiden devlet işi ehline bırakırdı. Zaten gönüllü gidiyorduk.

BENİ AKUT’TAN UZAKLAŞTIRMAK İÇİN HER YOL DENENDİ”
O sıralarda tam olarak neler yaşandı AKUT’ta?

Filtreleyerek anlatacağım. Beni AKUT’un başından uzaklaştırmak için 10 yıl uğraşıldı. Her şey denendi, yandaş medyayla hakkımda her türlü karalama kampanyası yapıldı. AKUT içindeki insanlara neredeyse rüşvet teklif etmek, bırakın gelin size şurada iş verelim dahil bunlara. Her yol denendi, hiçbiri sökmedi.

-Ermeni olduğunuz söylenmişti bir ara…
En son söylenen Ermeni Yahudi’si…

-Sebatay olduğunuz da ifade edildi…
İyi de sana ne öyleysem, değil mi?

-Hepimizin Adile Teyzesi Adile Naşit’in Ermeni kökenli bir Türk vatandaşı olduğunu hiçbirimiz ne bilirdik ne de düşünürdük. Bunun bir taciz unsuru olarak kullanılması çok ağıra giden bir durum…

İşte Siyasal İslam bu. Dini siyasete alet edenler bu kafada hareket ediyorlar. Kitlelerinde safları sıklaştırmak, öbür tarafı da şeytanlaştırmak için “Ermeni’dir” diyorsun. Türkiye’de annesine küfretmekle eş değer bu. “Affedersiniz, Ermeni!” denildi. Ermeni de değilim, Yahudi de değilim. Kendimi saf kan Türk hissediyorum. Anne tarafım Azerbaycan Türkleri, baba tarafım Osmanlı’nın savaşçı paşaları. (Benim büyük büyük büyük dedem İkinci Mahmut Dönemi’nde Osmanlı Donanması’nın başındaki Deniz Kuvvetleri Komutanı olan; o zamanların rütbesi ile Kaptan-ı Derya Ali Paşa’dır.) İki Türk klanının meleziyim. Acayip de gurur duyarım bundan. Şişli Terakki Lisesi’nde okuduk seninle beraber. Ermeni’si de Musevi’si de vs. vardı. Bir kez bile sen kimsin nesin diye lafı olmadı. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” şiarıyla kuruldu. Anayasal vatandaşlık bağıyla bağılı olan herkes Türk Milleti’nin eşit, özgür, egemen bir parçası olan bir yapıyla geldik buralara. Türkiye’de 36 tane etnisite var. Kim bilebilir etnisitesinin tam ne olduğunu.

“AĞUSTOS 2016’DA ‘ARTIK DÜĞMEYE BASIYORUZ’ DENİLDİ”
En son Ağustos 2016’da AKUT’ta sağ ve solum kolum olarak beraber çalıştığımız 2’nci Başkan ve Genel Sekreterimizle Ankara’dan ayrı ayrı görüşülüyor. Her ikisine de “Biz artık düğmeye basıyoruz, Nasuh’u kesin olarak AKUT’un başından alacağız” deniliyor. Direkt Cumhurbaşkanlığı üzerinden gelen bir mesaj bu: “Eğer Nasuh, AKUT’un başından gitmezse, bundan sonra hiçbir operasyona çıkmayacaksınız. Ankara’daki bütün işleriniz engellenecek. Yerleşkelerinizden çıkarılacaksınız. Genel Merkezi’nizi elinizden alacağız. Bu önlemler yetmezse, şirketlerinize de geleceğiz. Bu kadar zamandır Nasuh’u susturamadınız, artık sizin de onun gibi düşündüğünüzü düşünmeye başladık.” Tehdit arkadaşlarıma gelince iş değişti. Beni tehdit edemiyorlardı, çünkü ertesi sabah dünya medyasında okurlardı. Bir yerde çalışmıyorum, işten atacak halleri yok. Bir tek medyada sansürle erişimimi engelliyorlar.

Sözcü’de yazarken A Haber’e çıkıyordum. Normalde çok farklı dünya görüşlerindeki siyasal İslamcı radikal kişilerle medeni ölçülerde birçok konuyu tartışarak programlar yapıyorduk. Bazen tansiyon yükselse de çıkışta beraber çorbacıya gidiyorduk. Onlarla böyle bir düzen tutturdum. Bu Ankara’yı rahatsız etti. Şunu söylüyorlar: “Sözcü’de ne yazarsan yaz, benim kanalımda konuşamazsın. Çünkü kitlemi uyandırıyorsun.”

“CUMHURBAŞKANI’NA HAKARET ETMEKLE SUÇLANDIM”
5 Eylül 2016’daki programda karşımdaki provokatördü. Ege adalarını tartışırken, Lozan’da 12 adayı Yunanistan’a verdiniz dedi. Çok iyi bildiğim bir konuydu. O iş öyle değil deyip gerçeğini anlattım. Lozan’da bu barışı gerçekten istediğimizin göstergesi olarak sadece Meis Adası’ndaki haklardan feragat edildiğini; 12 adanın zaten öncesinde Uşi Antlaşması’yla (18 Ekim 1912 İtalyanlara verilmiş olduğunu, Lozan’da bunun onandığını söyledim. Ancak AK Parti iktidarı döneminde 16 adanın Yunanistan’a terk edildiğini, bunun vatana ihanet suçu olduğunu, devran değiştiğinde Başbakan, Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı’nın vatana ihanetten yargılanacağını ifade ettim. Karşımdaki “Cumhurbaşkanı’na hakaret edemezsiniz, o bizim kırmızı çizgimiz” diyerek bağırmaya başladı. 6 Eylül’de yandaş medyada “Nusuh Mahruki, Cumhurbaşkanı’nı tehdit etti, bu adamı tutuklayın artık” denildi. Oysa o tarihte (2012) Erdoğan, Başbakan idi. Tam o günlerde AKUT içinden de bir grup çıktı, “Nasuh şöyleydi, böyleydi” diye. Şaşırdım, AKUT içinde bir sorun yoktu çünkü. Bu kişiler, Sözcü’de yazarken, onursal başkan olmamı, ‘ya siyaset ya AKUT’ söylemini dillendiriyorlardı. Sözcü’de yazmak sanki siyasetti. Oysa aydın bir insan olarak yanlışları yazıyordum. Sözcü’yü bırak denince, özgürlük alanım olduğunu gerekirse AKUT’u bırakacağımı kaydettim.

“3 HAKARET DAVASINDAN DA BERAAT ETTİM”
Programdan 19 gün sonra savcı hakkımda tutuklama talep etti. Uzun uzun savunmamı yapmıştım ve savcı da bir şey diyememişti. Elindeki dosyayı kapatırken ‘O lafı etmeyecektiniz Nasuh Bey” dedi. Hangi laf diye sorunca, ‘devran değişecek lafı’ dedi. Avukatlarımla beraber niye dedik. “Fetö’cü ağzı” dedi. 5 yıl hapis talebi ve tutuklama istemiyle mahkemeye yolladı. Cep telefonu elimdeydi hala. Sosyal medyadan ‘Savcı devran değişecek lafına Fetö’cü ağzı deyip tutuklanmamı istedi. Pes.” diye yazdım. Memlekette yer yerinden oynadı. Arkamda Türk Milleti vardı. Hakim tutuklama kararı veremedi. Onun da yeri değiştirildi sonra. Ardından 3 hakaret davasından da beraat ettim. 3’ü de beni AKUT’un başından uzaklaştırmak için kumpastı. Cumhurbaşkanı’na hakaretten ceza alanlar kamu yararına çalışan sivil toplum kuruluşlarında yöneticilik yapamıyor.

“SONUNDA İSTİFAYI KABUL ETTİM. ÇÜNKÜ…”

Sonunda istifayı kabul ettim. Etmeden önce de başımıza bu çorapları örenle yönetim kurulunu telefonla görüştürdüm. Düpedüz pazarlık ettik. “İstifayı kabul edeceğim ama AKUT’un üzerindeki baskıları kaldıracaksınız ve operasyonlara çıkmamız engellenmeyecek.” dedim.

Başkanlığı genel sekretere emanet ettim. 6 ay sonra ona da darbe yaptılar. İstifa ettiğimde AKUT’un kasasında 1 milyon 100 bin lira nakit para vardı. Alacaklarla 4,8 milyon liraydı. Bağış kampanyaları yürüyordu. Kamu yararı statüsünde ve izin almadan yardım toplayabilen Türkiye’deki 7 sivil toplum kuruluşundan biriydik. Bizden sonra bütün yönetim ve dernekteki kültür değişti. Başkanın altında AKUT arabası var örneğin. Sayman kız kardeşini AKUT’un şirketinin mali işlerinin başına getirdi. Son genel kurulda onursal genel başkanlığı da bıraktım. Çünkü ne artık dürüstlük ne ahlak ne de etik değerler vardı. Hiçbir sorumluluğum kalmadı. AKUT Vakfı ve AKUT Spor Kulübü’nün başkanıyım. Orada çalışmalarıma devam ediyorum.

-Vakıfla, 500’ün üzerinde sporcu yetiştiren ve hatta bazılarını olimpiyatlara gönderen kulüple birlikte AKUT bir platform haline mi gelmişti?

Beni suçladıkları şey de tam bu. “Nasuh, bir arama kurtarma derneği yönettiğini bilmiyor; başka bir sürü şeyle ilgileniyor” deniliyordu. Arama kurtarmada bir eksiğimiz mi var ki; bunlarla ilgilenmemden kime ne! Olimpiyatlara sporcu yollamışız. Vakıfta dünyanın projesini yapıyoruz. Üniversite topluluklarımız, yardım projelerimiz, yayınevimiz var. Çok çalıştığımız için eleştirdiler bizi. 36 arama kurtarma ekibimiz göreve hazır; 3 bin operasyona gidilmiş. Her konu herkesin olduğu açık ortamlarda konuşulmuş.

“ARAMA KURTARMAYI NİTELİKLİ VE EHLİYETLİ KİŞİLER YAPMALI”
-Günümüze gelirsek; bir taraftan deprem gerçeği kendini hatırlattı, ardından Van’da çığ olayı ve arama kurtarma felaketi yaşandı. Arama kurtarma faaliyetlerinde dünyayla kıyaslandığında biz neredeyiz? Beklenen İstanbul depremi gerçekleştiğinde nasıl bir tabloyla karşılaşacağız?

Arama kurtarmayı en nitelikli ve ehliyetli kişiler yapmalı. Bunu senelerce AKUT yürüttü. Kaynakların iyi kullanılması gerekiyor. Ama AKUT şu anda sistemin kıyısında köşesinde bir yerlerde. AFAD’la eskisine nazaran daha koordineli çalışılıyor fakat kendilerini ön plana çıkartma gibi bir dert var. Elazığ depreminde duyduğum medyaya ön plana çıkmada itfaiye personeliyle bile sıkıntı yaşanmış. İkisi de devlet kurumu… Medyada herkesin senden bahsetmesi değil ki hikaye. Van’daki çığda 41 kişi öldü. İşi doğru yapmak istiyorsan ehline vereceksin, danışacaksın. İstanbul’un nüfusu 1999’dan bu yana iki katına çıktı. 3 milyon mülteci var. Kitlesel krizde kaynaklar kısıtlanır. Bizimle aynı dili konuşmayan, aynı kültürü paylaşmayan; mutluluğu, üzüntüsü, sevinci aynı olmayan insanlarla kitlesel afet yaşanıldığında ortaya bambaşka krizler çıkar.

“BÜTÜN BİRİKİM VE DENEYİMİMİ İBB’YLE PAYLAŞIYORUM”
-İstanbul’un yeni Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu, seçim kampanyasında da deprem konusunu hep öncelikli tutmuştu. Şimdi de çalışmalar içinde. Bildiğim kadarıyla bunlara katılmaktasınız. Neler yapılmakta?

Ekrem Başkan beni davet etti uzun uzun konuştum. Bütün birikimim ve deneyimim o çalışmanın içerisinde. AKUT Vakfı olarak oradayız. AKOM ve AKUT’un logoları broşürlerde birlikte kullanılıyor. Belediyenin Medya AŞ’iyle ekranı olan her ulaşım araçlarında birer dakikalık eğitim videoları hazırlıyoruz. Sunuculuğunu ben yapıyorum. Bunları geliştireceğiz. “dahaguvenli.istanbul” diye bir platform oluşturuyoruz. Tamamen bir portal gibi olacak. Güvenli yaşam kültürü ve bilinciyle alakalı bütün bilgileri oraya aktaracağız.

 

EVEREST’E TIRMANAN İLK TÜRK VE MÜSLÜMAN
21 Mayıs 1968 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelen Ali Nasuh Mahruki, Şişli Terakki Lisesi ve Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden mezun oldu. Dağcılık sporuyla 1988 yılında Bilkent Üniversitesi Doğa Sporları Topluluğu’nda tanıştı. Mağaracılık, aletli dalış, yamaç paraşütü, motor, bisiklet ve yelken sporları da uğraştı.
1992-1994 yılları arasında Sovyetler Birliği sınırlarındaki 7000 metreden yüksek beş dağa tırmanarak Kar Leoparı unvanını aldı. 1995’te Everest Dağı’na tırmanan ilk Türk ve Müslüman dağcı oldu. 1996’da yedi kıtadaki en yüksek dağlara tırmanarak Yedi Zirveler Projesi’ni tamamlayan 45’inci ve en genç sporcu oldu. Cho Oyu, Lhotse ve K2 dağlarına oksijen desteksiz; 15 yıl aradan sonra Everest Dağı’na ikinci defa tırmandı.
Liderlik, takım çalışması, kişisel gelişim, kendini tanıma, hedef odaklılık, kararlılık, disiplin, risk yönetimi konularında motivasyon konuşmaları ve seminerler düzenlemekte. Bahçeşehir Üniversitesi’nde “Takım Çalışması ve Liderlik” dersi verdi. Gazete ve dergilerde köşe yazarlığı yaptı. Televizyon kanallarında belgesel programları hazırladı. AKUT’un kurucu başkanıdır. Mahruki ayrıca Bir Dağcının Güncesi; Bir Hayalin Peşinde; Asya Yolları, Himalayalar ve Ötesi; Yeryüzü Güncesi; Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir ve Kendi Everest’inize Tırmanın adlı kitapları kaleme aldı.

Bizi Paylaşın
Continue Reading
Yorum yapmak için tıklayın

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir